27 Şubat 2009 Cuma

"Ne Kırlangıç Türküsüydü O!"


"Ne varki birkaç ay sonra bir kadının suskunluğunun ne kadar anlamlı olduğunu ve dağınık bir konuşmanın ne düşünceler gizleyebileceğini anladım. Önce koltuğumda rahat oturmaya çalıştım, sonra kendimi kontesin büyülü sesine bırakarak durumumun üstünlüklerinin keyfini çıkardım. Ruhunun soluğu tıpkı bir flütün anahtarları altında bölünen ses gibi hecelerin kıvrımlarında yayılıyordu. Kulakta dalgalanarak son buluyor, kan akışını hızlandırıyordu. "İ" ile biten sözcükleri söyleyişi bir kuşun ötüşüne benziyordu. "Ş" sesini okşar gibi söylüyordu. "T"leri ise yüreğinin zorbalığını belli eden bir biçimde söylüyordu. Böylece farkında olmadan sözcüklerin anlamını genişletiyor, ruhu insanüstü bir dünyaya sürüklüyordu. Kaç kez hemen bitirebileceğim bir tartışmayı uzattım! Kaç kez insan sesinin bu konserlerini dinlemek için, dudağından ruhuyla dolu havayı içime çekebilmek için, konuşulan bu ışığı, kontesi göğsüme bastırır gibi coşkuyla kucaklamak için, haksız yere azarlattırdım kendimi! Gülebildiği zaman ne kırlangıç türküsüydü o! Kederlerinden söz etmeye başlayınca da nasıl eşlerini çağıran kuğunun sesini andırırdı sesi! Kontesin dikkatsizliğinden yararlanarak kendisini inceledim. Bakışım güzel konuşmacının üzerinde kayarak bayram ediyor, belini sıkıyor, ayaklarını öpüyor ve saçının kıvrımlarıyla oynuyordu. Bununla birlikte yaşamlarında gerçek bir tutkunun sınırsız sevinçlerini duymuş olanların anlayacakları bir korkunun pençesinde kıvranmaktaydım."

Honore de Balzac, Vadideki Zambak, Oğlak Yayınları, 2000, s.37

26 Şubat 2009 Perşembe

"En Çok Sevdiği Eşyası"


“Aramızda kalsın, kaç yaşındasın Antonio Jose Bolivar?”

“Çok, ama çok yaşlıyım. Kafa kağıdıma göre altmış filan, ama kaydım yapıldığında çoktan koşturduğuma bakılırsa yetmişime yaklaşmış olmalıyım.”

“Sucre”nin hareket çanı çalınca kalkıp vedalaşmak zorunda kaldılar. İhtiyar, gemi ırmağın kıvrıldığı noktada gözden kayboluncaya kadar iskelede kaldı. Sonra artık o gün kimseyle konuşmamaya karar verip takma dişlerini çıkardı, bir mendile sardı ve kitaplarını göğsüne bastırıp kulübesine doğru yürüdü.”



“Antonio Jose Bolivar okur, ama yazamazdı.
Gerçi hiç olmazsa seçim dönemlerinde herhangi bir belgeyi imzalamak üzere adını karalamayı öğrenmişti, ama böylesine olaylar o kadar az yaşanıyordu ki sonunda neredeyse bunu bile unutmuştu.

Heceleri birbirine ekleyerek yavaşça okur, ağzında eritircesine sessizce mırıldanır, bir sözcüğü söktüğü an bir solukta tekrarlardı. Aynı işi daha sonra bütün bir tümceyi söktüğü zaman da yapar, böylece sayfalara işlenmiş duygu ve düşüncelerle kendisini özdeşleştirirdi.

Herhangi bir paragraftan özellikle hoşlandığında birkaç kez daha okurdu: İnsan dilinin ne kadar güzel olduğunu kavramak için yeterince çok tekrarlamanın gerektiğini düşünürdü.

En çok sevdiği ikinci eşyası olan bir büyütecin yardımıyla okurdu. En sevdiği eşyası ise takma dişleriydi.”

Luis Sepulveda, Aşk Romanları Okuyan İhtiyar, Can Yayınları, 1992, s. 29-30

25 Şubat 2009 Çarşamba

"ömrünü güne göm"


“ilk vapuru kaçırma
ilk treni kaçırma

ilk ekmeği-ilk simiti
ilk peyniri-ilk işi
yakala

tüm ilkleri yakala
tüm ilkleri yakala

ve bunu hep tekrarla
ve bunu hep tekrarla

kalbini gün içinde eğele
beynini gün içinde
eğele

ömrünü güne göm

kaldığımız yerde midir
dediğimiz günaydın

bugünde mi sözcüklerin
dünde mi

Metin Üstündağ, Kalk Gidelim Defteri, Parantez Yayınları, 1994, s.27

24 Şubat 2009 Salı

"Yorgunum"


“Zaten yorgunluk benim genel halim. Bana, “Nasılsın?” diye soranlara, en sık verdiğim yanıtın “Yorgunum” demek olduğunu keşfettiğim günden beri, daha bilinçli olarak “Yorgunum”. Şu memlekette yaşayıp da yorgun olmamak mümkün mü? Beden yorgunluğu dediğinden ne olacak, iki-üç dinlenmeyle geçer, ama ben aslında vatan yorgunuyum! Ruh yorgunuyum, gönül yorgunuyum, hayat yorgunuyum; öğrenmek, bilmek, anlamak, anlamamış gibi yapmak, düşünmek, hissetmek, tanımak, tanık olmak, katlanmak, anlayış göstermek, görmezden gelmek, üzerinde durmamak, idare etmek, üzülmemiş görünmek, alışmak, alışamamak, sabretmek, katlanmak, beklemek yorgunuyum. Tam da artık bu memlekette hiçbir şey şaşırtmaz beni sanırken, her seferinde yeniden şaşırmak yorgunuyum.”

Murathan Mungan, Yüksek Topuklar, Metis Yayınları, 2002, s.109

23 Şubat 2009 Pazartesi

"İnsancıl ve Pireci"


“Abicim benim adım Pire Memet. Yok ha, öyle hopladığım, zıpladığım veya abime diyeyim mapustan kaçtığım falan için adım Pire Memet değil. Şimdi benim pirelere karşı büyük saygım vardır. Nedense pirelerin de bana. Koynumda belki otuz pire beslerim, hiçbiri de ısırmaz beni. Niye ısırmaz hala bilmem. Koğuş arkadaşlarım kendi üstlerinde bir pire bulsalar, tutar bana getirirler. Ben de onu alır koynuma koyarım, bir daha o bir yere gitmez. Yani ya abicim hani sinek kağıtları vardır. Yapışır sinek kalır üzerinde, ben de öyle, hangi pire gelse, yapışır bana, bir daha bir yere gitmez. İşte bu yüzden mapusta adımız Pire’ye çıktı. Ha pireler yüzünden rahatım da yerindedir, arkadaşlara bazen bir kızarım:

“Lan, derim, vallahi billehi pireleri bir salarsam üzerinize.” O zaman bir dediğimi iki etmezler. Yok ha abicim, aslında ben hem çok pireciyim, hem de çok insancılım… Bakma ömür boyu mapus cezasına çarptırılmışım ama…”

Muzaffer İzgü, Dayak Birincisi, Bilgi Yayinevi, 1980, s.109

20 Şubat 2009 Cuma

"Kaybedince..."


“Ödlek olmak matrak bir şey aslında. Belki o kadar da ödlek değilimdir. Ne bileyim? Belki de biraz ödleğimdir, biraz da eldivenleri kaybolunca pek umursamayan biriyimdir. Benim derdim de bu işte; bir şeyim kaybolunca hiç umursamıyorum; küçükken annem buna çok kızardı. Bazı herifler kaybettikleri bir şeyin peşinde günlerce koştururlar. Kaybedince üzüleceğim bir şeyim olmadı hiç.”

J.D. Salinger, Çavdar Tarlasında Çocuklar, Yapı Kredi Yayınları, 1997, s.123

19 Şubat 2009 Perşembe

"Kurt" Ve "İnsan"


“Okul öğretmenleri arasında ün salmış, darkafalıların el üstünde tuttuğu “İki ayrı ruh, ah, yaşar göğsünde!” sözünü söylerken Faust, göğsünde aynı şekilde Mephisto’yu ve diğer bir yığın ruhu barındırdığını unutmuş gibidir. Nitekim bizim Bozkırkurdu da göğsünde iki ruh (kurt ve insan) taşıdığına inanır ve daha bu kadarıyla göğsündeki yeri iyice daralmış hisseder. Göğüs, beden her zaman tektir, içinde barınan ruhlar ise iki ya da beş değil, sayılamayacak kadar çoktur; insan yüz zardan oluşmuş bir soğana, pek çok iplikten dokunmuş bir kumaşa benzer.”

“Kendinden bir parçayı insan, bir parçayı kurt diye niteler ve bu kadarla işi bitmiş, kendini tükenmiş görür. Tüm ussal, yüceltilmiş ya da uygar özleri “insan”ın, tüm içgüdüsel, vahşi, karmaşık özleri ise “kurt”un içine tıkıştırır. Ne var ki, hayatta her şey bizim düşündüğümüz kadar basit, zavallı budalaca dilimizdeki kadar kaba biçimde olup bitmez. “

“İnsan” ve “kurt” kapsamına alamadığı şeyleri gözü görmez hiç. Ve “insan” kapsamına da akıl almayacak kadar çok şey sığdırır! Belirgin olarak kurt özelliği taşımayan korkak, maymunsu, budalaca ve küçük ne çok şey varsa “insan” kapsamına; üzerlerinde henüz egemenlik kuramadığı güçlü ve soylu şeyleri de “kurt” kapsamına alır.”

Hermann Hesse, Bozkırkurdu, Yapı Kredi Yayınları, 2003, s. 57, 62,

18 Şubat 2009 Çarşamba

Başka Frekans


Vurdun, acısı daha geçmedi,
Biliyorum, geçecek.
Ama öyle ağır konuştun ki ardından.
O, gittikçe gerçek.

Özdemir Asaf, Bir Kapı Önünde/ Ataol Behramoğlu, Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi, Sosyal Yayınları, 1987, s.533

17 Şubat 2009 Salı

"Olamayacaksan olmazsın!.."


“Utanmazlığı bu kadar ileri götürdün mü nasıl düşünürsen düşün! Benim sanata sığınmam da korkumdan demek! Çirkinliklerin getirdiği acılardan kaçıp sanata sığındığım doğru; tek nedeni korku mu bu kaçışın? Başka nedenleri de olabilir; korkunun baskınlığını yadsıyabiliyor musun? Kılı kırk yarıp derinine inince salt doğruya varmazsın. Biraz ırgaladın mı ardından olmayacak şeyler çıkmayan hangi davranışımız var? Şiddetin böylesi yaygın olduğu toplumda korku da doğal. Gerekli bile. Küçültmez, daha insan kılar bizi. Diyelim korktuğumdan yaptım ne yaptımsa tutukluluk günlerimde. Korkmayıp eski yerimde diretseydim ne yanlışlara kayıp gidecektim kimbilir! Sanatı bu çelişkiler yarattı. Gerekli kılan da o. Benim asıl acım, bu kadar çok sanat sözü etmeme karşın yaratıcılık yeteneğinden yoksun olmam belki. Gençlik yıllarında özendiği öykücülükten öte bir şey gelmemişti elinden. Üç beş denemeden sonra bırakmıştı onu da. Olmuyordu, üstelemenin anlamı yoktu ki. Biraz resim beceresi vardı belki, geliştirememişti onu da. Minyatürler yapmaya kalkıştı bir ara, yürütemedi. Neyi gösteriyordu bütün bunlar? Olamayacaksan olmazsın!.. Sanatta da böyle bu, öteki alanlarda da… Yeri belli sanat eleştirmeni olmakmış benim payıma düşen; bu kadarı da yetiyor bana. Ülkeye güzeli kazandırmanın kavgasını veriyorum. Boyamaları, dokumaları, oymaları, örmeleri, yazmaları, çizmeleriyle insanımızın bilinçaltı zenginliklerini, coşkusunu, duyarlığını, göz nurunu, alın terini çıkarıyorsun ortaya; hem de kan dökmeden, kimseleri acılara batırmadan…”

Vedat Türkali, Tek Kişilik Ölüm, Cem Yayınevi, 1990, s. 77

16 Şubat 2009 Pazartesi

"Benzin Olsaydı Keşke!"


“Tenekeyle palayı bıraktığı yere gitti. Geçidin tabanında bir sürü dal vardı, mevsimlik kuru odun; istediği kadar yağlı tohum, yaban baklası, katran dalı, birkaç tane de çam dalı. Tahtaları üst üste dizip bir metre yüksekliğinde kaba saba bir kerevet yaptı. Bütün yüzeyine gazyağı döktü kerevetin. Benzin olsaydı keşke. Keşke olsaydı. Karısının parçalanmış, yağmalanmış ölüsünü kollarına aldı, usulca yatırdı bu döşeğe.

“Böyle yapmak gerektiğini nereden biliyorsun?” diye uluyordu ağabeyi. “Kızılderililer böyle mi ölü gömerlermiş? Yaptığının doğru olduğunu nereden çıkarıyorsun?”

Döşeği dört ucundan tutuşturdu, sonra şapkasını çıkardı, köşeleri dolaşıp ateşi körükledi; neden sonra beklediği ısıyı buldu ateş, hiç değilse bu olanaklarla, fazlası umulmazdı.

Dönüp seslendi ağabeyine: “Ne yaptığımı nereden bilebilirim? Doğru olup olmadığını nereden kestirebilirim? Daha önce hiç karşılaşmadım ki böyle bir durumla.”

Ateş, döşeğin altındaki tahtaları yalazlamaya başlamıştı. Döndü kabrero, yürüdü gitti. O anda, daha önce hiç söylemediği, bir kere bile, eğrelti otlarının yeşil örgüsü ardında geçirilen o iki yıl boyunca bir kere bile ağzına almadığı, almak gereğini duymadığı sözcükler geldi aklına: “Yat sevgilim. Kıpırdama. Yat bir tanem. Seni içime gömdüm.”

Andrew Jolly, Seni İçime Gömdüm, Ara Yayıncılık, 1988, s.173

14 Şubat 2009 Cumartesi

Aşk


Sen kocaman çöllerde bir kalabalık gibisin,
Kocaman denizlerde ender bir balık gibisin.
Bir ısıtır, bir üşütür, bir ağlatır, bir güldürür;
Sen hem bir hastalık hem de sağlık gibisin.


Özdemir Asaf, http://www.siirperisi.net/siir.asp?siir=569

13 Şubat 2009 Cuma

Aşk İyidir...


"Aşk iyidir bak
Duyumunu artırır insanın

...

Hey gidi duyumuna yandığımın dünyası
Alıp vereceğin olacak ille
Aşk maşk buz gibi yaşayacaksın."


Edip Cansever, Yerçekimli Karanfil Kitabı/Buz Gibi Şiiri Adam Yayınları, 1998, s.30

12 Şubat 2009 Perşembe

Elit Bir Grup


Metafizikçi Stuart Wilde şöyle yazmıştı: “Başınıza gelen olayların sorumluluğunu kabul ederseniz, dünya nüfusunun içindeki çok elit bir gruba dahil olacaksınız.”

Işık Menderes, Radikal Gazetesi, Kader mi özgür irade mi? adlı makaleden, 17 Ocak 2004

11 Şubat 2009 Çarşamba

"Güzel Gerçeklik"


Kendisine şizofren teşhisi konulan genç bir kız, Renee, gerçekliği yitirmeye başlamasından, “güzel gerçekliğe” yeniden kavuşuncaya dek süren, “Aydınlanma Ülkesine” yaptığı, olağanüstü serüvenlerle dolu zihinsel yolculuğu sarsıcı ve sürükleyici bir anlatı biçiminde aktarıyor.

İlk Gerçekdışılık Duygularının Ortaya Çıkışı

“Renee, iyileştikten kısa bir süre sonra bana, beş yaşındayken yaşamış olduğu ilk gerçekdışılık duygularına ilişkin açıklamalarda bulunmuştu. Şimdi bunları birlikte öğrenelim.

“Bu olayın başıma geldiği günü çok iyi anımsıyorum. Zaman zaman yaptığım gibi, yalnız başıma gezmeye çıkmıştım. (O sıralarda köy yerinde, yazlıktaydık) Birdenbire, o an önünden geçmekte olduğum okuldan müzik dersindeki çocukların söylediği Almanca bir şarkı yükseldi. Dinlemek için durdum; işte o anda içimde, çözümlenmesi güç ancak daha sonraları hissettiklerimin tümüne benzer garip bir duygu uyandı: Bu, gerçekdışılık duygusuydu. Okulu tanıyamıyormuşum gibi geldi; bir kışla kadar büyümüştü, şarkı söyleyen çocuklar da şarkı söylemeye zorlanan tutuklular olmuşlardı. Sanki okul ve çocukların şarkısı dünyanın geri kalan bölümünden kopmuştu. Yine o anda gözlerim uçsuz bucaksız bir başak tarlasına takıldı. Güneşin altında parlayan bu sarı sonsuzlukla kaygan taştan yapılmış kışla okuldaki tutuklu çocukların şarkısı bende öylesine yoğun bir kaygı uyandırdı ki hıçkırarak ağlamaya başladım. Ardından, koşarak kendi bahçemize geldim ve “her şeyin her günkü gibi olmasını sağlamak” başka bir deyişle yeniden gerçeğe dönmek için oyun oynamaya koyuldum. Daha sonraları gerçekdışılık duygumda her zaman yer açacak unsurlar ilk kez o an ortaya çıktı: Uçsuz bucaksız büyüklük, parlak ışık, nesnenin kayganlığı ve parlaklığı.

Başıma gelenlere pek bir anlam veremiyordum. Ancak babamın bir sevgilisi olduğunu ve anneme acı çektirdiğini aynı dönemde öğrenmiştim. Annemin, babam kendisini terk edecek olursa kendini öldüreceğini söylediğini duyduğumdan, bu gerçekliği öğrenmem beni büsbütün altüst etmişti.”

M.A. Sechehaye, Bir Şizofren Kızın Güncesi, Yol Yayınları, 1993, s. 19-20

10 Şubat 2009 Salı

Çantan Neden Ağır Postacı?


“Ağır ağır uzaklaşıyor postacı. Elimde bir kağıt tomarı. Elimde sınıfımızın ilk ölüsünün cesedi, elimde senin inanılmaz yaşlılığın, elimde bütün bir sürgün. Postacının omuzları düşük. Kar yağıyor karşı kavaklara. Elimdeki kağıt tomarına, çam ağacının yeşil dallarına, Frankfurt’a, sınıfımızın ilk ölüsünün üzerine, senin şakaklarına, daha kaç yıl bekleyeceğimizi bilmediğimiz bir istasyona kar yağıyor.

Postacının itip götürdüğü tekerlekli çantası ağır, çok ağırmış gibi geliyor şimdi bana. Arkasından koşuyorum karların içinde düşe kalka. “Dur postacı, dur ucundan tutayım. Dur! Çantan ağır. Çantanda yıllar, çantanda ülkeler var. Çantanda tüm gençliğimiz, tüm umutlarımız, tüm savaşlarımız ve yenilgilerimiz var. Dur! Belki bir gazete daha kalmıştır çantanın bir köşesinde. Bir ölü daha vardır belki şu elime bıraktığından başka. Dur! Orada dostlarım, orada umutlarım, orada ölülerim ve belki de –kimbilir- orada, çantanın bir köşesinde adı “Umut” olan bir çocuğun doğum ilanı var.”

Oya Baydar, Elveda Alyoşa, Can Yayınları, 1991, s. 12-13

9 Şubat 2009 Pazartesi

Paşa Anne! Paşa Çocuk!


“Sürekli dış kontrollü bir disiplin ve yaptırımla idare edilen evlerde, anne veya babanın aniden tavır değiştirerek iç kontrollü disipline (özdenetim) yönelmeleri, çocuklarda bir bocalama yaratabilir. Devamlı bağırılmaya, ikaz edilmeye alışmış bir çocuk, aniden, bağırmayan ve aşırı tepki göstermeyen bir anne veya babayla karşılaşınca şaşırabilir. Grup çalışmalarından sonra, bu şekilde tavır değiştiren bir anneye çocuğu şöyle bir soru sormuştu. “Peki anne, neden artık bağırmıyorsun?”

Diğer bir anne ise çocuğuyla kendi arasındaki şu hoş olayı aktarmıştı: Tartışmalı bir ilişkiden sonra ve sürekli ikazlardan sıyrılıp farklı bir yaklaşımla çocuğuna hitap eden anne, Burak’ın artık söylenmeden bazı görevlerini yerine getirmesi ve yapmaması gereken şeyleri kendiliğinden yapmaması üzerine, bir gün: “Biliyor musun Burak, sen çok paşa bir çocuk oldun” diyor. Burak ise annesine şöyle bir yanıt veriyor. “Aslında sen çok paşa bir anne oldun!”

Leyla Navaro, Gerçekten Beni Duyuyor Musun?/Sevdiklerinizi Gerçekten Duyun, Kendinizi Daha İçtenlikle Duyurun, Remzi Kitabevi, 2006, s.100

6 Şubat 2009 Cuma

"Salao"


“Sandalıyla Gulf Stream’de balıkçılık yapan yaşlı bir adamdı ve seksen dört günden beri tek balık yakalayamamıştı. İlk kırk gün yanında bir de yardımcı çocuk vardı. Ama balıksız geçen kırk gün sonunda çocuğun ailesi yaşlı adamın salao, başka bir deyişle yazgısının son derece kötü olduğu kanısına vardı. Böylece oğulları bir başka sandalda çalışmaya başladı ve ilk hafta içinde üç iri balık yakaladı. Yaşlı adamın her gün eli boş dönmesi çocuğu çok üzüyordu. Sandalının gelişini görünce kıyıya iniyor, ya kıvrılmış oltalarla kanca ve zıpkını, ya da serene sarılmış yelkeni taşıyarak ona yardım ediyordu. Un çuvallarıyla yamadığı yelken, yaşlı adamın sürekli yenilgisini simgeleyen bir sancak gibiydi.

Balıkçı Santiago zayıftı ve ensesinde derin kırışıklar vardı. Az güneş ışınlarının tropik denizde yansımsı sonucu oluşan iyi huylu deri kanseri yanaklarında kahverengi çiller bırakmıştı. Ellerinde ise ağır balıkları sandala çekerken oluşan derin yara izleri vardı. Ama bu izlerin hiçbiri yeni değil, önceleri balıkların yaşadığı bir çöldeki erozyonlar kadar eskiydi.

Güleç ve yenilgi nedir bilmeyen deniz rengi gözleri dışında her yanı yanmıştı.”

Ernest Hemingway, Yaşlı Adam ve Deniz, Oda Yayınları, 1981, s.5

5 Şubat 2009 Perşembe

"Eski Toprak"


“Apartmanın iki kapısı vardı. Bir konuklar, bir de hizmetçiler için, satıcılar için. Büyük kapının üzerindeki kabartmalı tunç levhada ‘Hayruş’ diye yazıyordu. Altında daha büyük, oyulmuş kara bir yazı ile ‘Hanımefendi’.

Çalındığında bülbül gibi şakıyan zilin yuvarlağı da, ‘Hayruş’ adının yazıldığı levha örneği kabartmalı, tunçtandı. Her hafta özenle parlatıldığı için zil ve ‘Hayruş Hanımefendi’ yazılı levha altın gibi ışıldar, göz alırdı. Apartmanın öbür katlarındaki hizmetçiler sık sık paylanırlardı bu yüzden: “Bak hanımefendinin kapısının temizliğine!”, “Bak ziline!”, “Bak paspasına!” diye.

Gerçekten de titizliğe varacak kadar temiz kadındı hanımefendi. İyi yürekli, insan düşkünüydü. Kocamışlığın bile dokunup bozamadığı soylu bir güzellik vardı onda. Ayazpaşa’dakiler, konak komşuları çok sevip sayarlardı. “Eski toprak, Osmanlı Hanımefendisi, yoksul anası, pırlanta gibi yüreği var…” böyle derlerdi oralarda arkasından. Oğulları ve kızı için, yakınlarının, “Bunlar kime benzemiş, kime çekmiş!” diye şaşırıp kalmaları belki bu yüzdendi.

Ölümü, birkaç yıldan beri yerleşmeye çabaladığı Bebek semtinde ve oturduğu apartmanda olay yarattı. Onun gibi varlığı ve sağlığı yerinde, kocamışlığından başka derdi olmayan bir hanımefendinin kendilerini yok etmeye kalkacağı kimsenin aklının ucundan geçmemişti.”

Peride Celal, Bir Hanımefendinin Ölümü, Can Yayınları, 1995, s.7

4 Şubat 2009 Çarşamba

Gül Kokusu


“Tuhaf bir düşten sıçrayarak uyandım. Düşümde sonsuz bir yalnızlık içindeydim. Hiç durmadan yürüyordum. Önceleri çevremdeki mutlak sessizlikten hoşnuttum. Şarkı bile söyledim. Avaz avaz bağırdım. Dedim ya, önceleri hoşnuttum.

Hiç durmadan yürüyordum. Issızlık öylesine yoğun ve çevremde her şey öylesine ölüydü ki, çok geçmeden kendi sesimden ürkmeye başladım, sesimi kıstım, kendi adımlarımdan ürkmeye başladım, durdum, öylesine, ıssızlığın ortasında durdum.

Çevremde hiçbir şey yaşamıyordu. Mevsimler yoktu. Ağaçlar çiçek açmıyordu, kimse kimseye seslenmiyordu, her şey ölüydü. Usul usul yaklaşan ölümün ayak sesleriydi. Sakin ve kararlıydı, neredeyse sevimli bir gülümsemeyle elini uzatıyordu, çevremdeki ıssızlığı yok eden tek şey ölümün soğuk ve güvenli gülümsemesiydi, başarmıştı. Her şeye, her yere kendi ıssızlığını yaymıştı, elini uzatıyordu işte tam o sırada sıçrayarak uyandım. Titriyordum. Yataktan kalkıp bu tuhaf düşün etkisinden kurtulmak için kitaplarımın, plaklarımın, daktilomun sıcaklığına sığınmak istedim.

Olmuyordu, ne güzelim türküler, ne kitaplar, ne şiirler az önceki düşün yarattığı ıssızlık duygusunu yokedemiyordu, ne tuhaf bir düştü bu, sürüp gidiyordu, müziğe, sıcak çaya, sigaranın baştan çıkarıcı tadına rağmen sürüp gidiyordu, neredeyse gerçekti. Yeniden korktum, usulca bir koltuğa kıvrıldım, gözlerimi yumdum, bekledim.”

Işıl Özgentürk, “derdim yeter sakin ol…”, Say Yayınları, 1987, s. 7-8

3 Şubat 2009 Salı

"Yüküm Ağır"


“Öyle mi sanıyorsunuz? Gülcan çocuktur, anlamaz diye mi düşünüyorsunuz?

Babam böyle düşünmezdi.

Evet, ben çocuğum. Ama bir çocuk da anlar. Ben anlıyorum. Her şeyi bilemem ama birçok şeyi biliyorum. Zaten her şeyi kimse bilemez ki!

Şimdi büyüdüm hem, büyüyorum. İstediğim şeyi okuyabiliyorum. Yazı yazıyorum. Duygularımı, düşüncelerimi yazıya dökebiliyorum. Yazmanın insanı rahatlattığını da öğrendim.

Öğrendiklerimi yazacağım.

Babam yazdıklarımı okuyacak ve beni daha iyi tanıyacak. Daha iyi tanıyınca daha çok sevecek.

Yüreğim öylesine dolu ki, anlatıp boşaltmazsam yüküm ağır gelecek sanıyorum.

Bir şiiri vardı babamın:

“Yüküm ağır
Sevdan can vermese
Çekilmez bu kahır!”

Ben de anlatmazsam çekemeyeceğim düşüncesindeyim.

Yılları onunla birlikte nasıl yaşadığımı öğrenince beni daha çok sevecek babam. O, zaten çocukları sever. Okumayı seven insanların, bütün çocukları sevdiklerini biliyorum.

Bir çocuğun düşüncelerini, düşlerini, duygularını, duyarlıklarını, yaşadıklarını paylaşmak güzeldir değil mi? Yaşanan paylaşıldıkça sevgi büyür, demişti babam. Dört yıldır mektuplaşıyoruz onunla. Bugün içimi dökmek, söyleşmek istedim.

Aklımdan geçen, yüreğimde biriken o kadar çok şey var ki!..

Öner Yağcı, Kardelen, Cem Yayınevi, 1987, s. 9, 10

2 Şubat 2009 Pazartesi

"Her şey yolundaydı: Notlar iyiydi."


“Tavandan gelen ayak sesi, annemin yavaşladığıma şaşması demek oluyordu. İki kere ayakla vuruldu mu, yeniden başlamam istenmekteydi. Üç, genel bir uyarıydı. Kendimi piyanoya vermezsem, ne olup bittiğini anlamak için aşağı inerdi. Bazan, ilk günler, üç kere vurulduğu işitilirdi. Her şeyi iyi yapmanın daha doğru olduğunu keşfettim, çünkü hem daha çabuk olup bitiyor, hem de “fırtına” kopmuyordu.

Buydu işte benim hayatım. Kahvaltıdan önce yarım saat piyano. Kahvaltıdan sonra, okula gidinceye kadar yirmi dakika daha. Öğlende, yemekten önce kırk dakika, sonra okula dönüş. Ödevlerimi aşağı yukarı hep etüdlerde yapıyor ve saat beş buçukta eve dönüyordum. Bir duş, temiz giysiler ve akşam yemeğini beklerken biraz daha piyano. Akşam yemeğini yiyordum ve oynamak için yarım saatim oluyordu. Ama kiminle oynayacaktım? Arkadaşım yoktu. Evde yoktu. Evde kimse, bir arkadaşın beni görmeye gelmesinden hoşlanmıyordu. Ben bile, böyle bir şey olabileceğini düşündükçe kaygılanıyordum.”

“Pazarları, bu okulsuz zamandan yararlanmak için, aşağı yukarı bütün sabah piyano çalıyordum. Önce derslerim, ardından değişiklik olsun diye biraz piyano.”

“Yemekten sonra karnem istenirdi. Her şey yolundaydı: Notlar iyiydi. Ardından en önemli incelemeye gelirdi sıra, “Günah çıkarıp şaraplı ekmeği yedin mi?” Evet. Bir suçum olup olmadığını, bir halt karıştırıp karıştırmadığımı anlamak için haftanın günleri yeniden gözen geçirilirdi. Çıkabilirdim. Sinemanın iki matinesi için çok şıklaşırdım. Evden çıkarken yine uyarılar yağardı: “Deri kasketini giy. Sinemadan çıkıp eve dönmen on beş dakikayı geçmemeli.”

“İsteksizce yola çıkıyordum. Fotoğraflara bakmak için Royal Sineması’ndan geçecek kadar zamanım vardı. Neyse ki ‘günaydın’ zorunluluğundan vazgeçmişlerdi. Günaydın ve tünaydın demediğim için şimdiye dek iki pazar sinemasından yoksun bırakılmıştım.”

“Her şey ceza vermek için bir bahaneydi, oğulları olmadığımı hep hissettiriyorlardı. Daha beteri, ne olursa olsun şöyle diyordum kendi kendime: “Öz oğulları olmadığım için bana böyle davranıyorlar.” Nedendir bilmem, beni kusursuz bir insan haline getirmek istiyorlardı.”

Vasconcelos, Güneşi Uyandıralım, Can Yayınları, 1987, s.28, 29, 30, 31