30 Ocak 2009 Cuma

Gelişmiş Ruhlar İçin Uyarılar


“Mesih’in El Kitabı”, siyah harflerle yazılmıştı;
Gelişmiş Ruhlar İçin Uyarılar.

“Kurtarıcının Kılavuzu” da ne demek? Burada Mesih’in El Kitabı yazıyor.”
- “Onun gibi bir şey.”

Eşyalarını toplamaya başladı. Artık gitme zamanının geldiğini düşünmüş olsa gerekti. Kitabın sayfalarını karıştırdım. Özlü sözlerle kısa kısa paragraflardan oluşuyordu."

“Öğrenmek
Bildiğini
Açığa çıkarmaktır
Yapmak bildiğini kanıtlamaktır.
Öğretmek, başkalarına
Senin kadar bildiklerini
Onlara anımsatmaktır.”

“Hangi yaşam süresinde
Olursa olsun, tek
Sorumluluğun kendine
Karşı dürüst olmaktır.”

“En
Basit sorular
En derin olanlardır
Nerede doğmuştun? Toprağın neresi?
Nereye gidiyorsun?
Zaman zaman bunları
Düşün ve verdiğin cevapların nasıl
Faklılaştığını gör.”

“En
Çok öğrenmen
Gerekeni en iyi
Öğretirsin.”

“Yaşamın süresince
İçindeki öğrenen yaratık
Tarafından yönlendiriliyorsun;
Senin, ta kendin olan
Şakacı ruhsal varlık tarafından.

Onlardan öğrenecek bir şey
Kalmadığından emin oluncaya
Kadar muhtemel olacaklara
Sırtını dönme.”

Richard Bach, Mavi Tüy, Akış Yayınları, 1993, s. 38, 39, 40, 41, 42, 45

29 Ocak 2009 Perşembe

"Uçmak Karın Doyurmaz Ki!"


Aramızda yaşayan gerçek Martı Jonathan’lara…

“Martı Jonathan, nedenini bilmiyordu ama, suya kanat boyu kadar bir yükseklikte uçtuğunda, az bir çaba ile havada daha uzun süre kalabiliyordu. Süzülmeleri, her zaman olduğu gibi gerilmiş ayaklarının su yüzüne çarpmasıyla değil de, suda uzun, ince, yumuşak çizgiler bırakarak sona eriyordu. Karnına biçimlice yapıştırdığı ayakları, bu çizgiler boyunca su yüzünü yalıyordu. Jonathan, süzülme denemelerini sahilde de yapmaya başlamıştı; kumun üstünde bıraktığı izleri gören annesiyle babasının tedirginliği bir kat daha arttı böylece.


“Neden, John, neden?” diye sordu annesi. “Öteki martılar gibi olmak sana neden güç geliyor? Alçaktan uçmayı pelikanlarla albatroslara bırakamaz mısın? Yemiyor içmiyorsun. Bak, bir tüy bir kemik kaldın.”

“Bir tüy bir kemik kalmam önemli değil anne. Ben, bir martı olarak havadayken neler yapıp neler yapamayacağımı öğrenmek istiyorum. Hepsi bu, yalnızca öğrenmek.”

“Bana bak Jonathan” dedi babası, kırıcı olmayan bir sesle. “Kış pek uzak değil. Balıkçı tekneleri yakında azalacak, yüzeydeki balıklar da derinlere inecek. Bir şey öğrenmen gerekiyorsa, yiyeceğini nasıl elde edeceğini öğren. Uçmak iyi güzel de, karın doyurmaz ki. Unutma, uçmanın amacı yiyecek bulmaktır.”

“Martı Jonathan, çok geçmeden taa uzaklarda, açıklarda öğrenirken buldu kendini; aç açına, ama mutlu.

Bütün çabası hızlı uçmaktı. Bir haftalık çalışma sonucu bu konuda en hızlı martıdan bile daha çok şey biliyordu.”

Richard Bach, Martı, Say Kitap Pazarlama, 1984, s. 13-14

28 Ocak 2009 Çarşamba

"...Bir Güzel Çiçeklenip"


"Bir şiir söylüyorum, sonra bir şarkı,
Sonra oturup ağlıyorum.
Sonra bir güzel çiçeklenip,
Sokaklarda mızıka çalıyorum."

(Hiç kalabalık duymadım kendimi. Hep tek oldum ben. Beni sperm ve yumurtasıyla oluşturup, bütün insanların birbirinin aynı istek ve beklentilerle yaşadığına kesinlikle inanan, okyanuslara dalmak coşkularımı, dağlara tırmanmak tutkularımı, ıssızlığın korkusunu sevgiyle yatıştırmak düşlerimi hiç aklına getirmemiş bir ailem var. Beri yandan, okul kitaplarında yazılanların tıpkısını, yalnız "o kadarını" öğrenmemi isteyen öğretmenler... Küçük küçücük düşünen, her şeyi önceden planlanmış hayatların toplumsal ve dinsel kurallarla sımsıkı zincirli küçük insanlarıyla bir türlü kurulamayan dostluklar..."

Buket Uzuner, Benim Adım Mayıs, Remzi Kitabevi, 2000, s. 89-90

27 Ocak 2009 Salı

Bir Gözlemci


"Ben bir gözlemciyim, uluslararası bir gözlemci.

Gece uyurken bile gözlemcilik görevimi elden bırakmam.

Gazinoda oturanlar, işportacılar, memurlar, müdürler, satınalma kurulu üyeleri, şoförler, karaborsacılar, önemli derneklerin genelyazmanları, orospular, hırsızlar, aydınlar hep benim gözlemim altındadır.

Ben, bu gözlemciliğe, çalıştığım Tütün Yaprakevi'nin deposunda alıştım.

İşimin, günün yirmidört saatinde etrafı kolaçan etmek olması beni, ister istemez, kimi gerçeklere varmağa, gerçeklerin öteki yanlarını, üçüncü yanını, dördüncü yanını, beşinçi, onbeşinci, otuzbeşinci yanını görmeğe götürüyordu.

Benim bu görevimi çokları anlamamıştır.

Gözlem gücümü depodaki işlere açık tutuşumun, tütünlerin havalandırılması gerektiğini şeflerime haber verişimin özel bir anlamı olduğuna kulak asmayanlar:

-Ulan, şuna açıkça bekçiyim desene, diye bana çıkışmışlardır."

...

"Bence, insanların bütün eksikliği gözlemciliğe el uzatmamalarından geliyor. İnsanların hepsi gözlemci olduğu ya da tütün depolarına bekçi yazıldıkları gün bu dünyanın yüzü renk değiştirecektir.

Durun, hemen de gülmeye kalkmayın, otuz yıl tütün depolarında gözlemde bulunmuş bir profesörün vereceği felsefe dersi ile kitaplar arasında bunalmış bir profesörün vereceği ders arasında büyük ayrılıklar vardır.

Gerçi, bir kitap kurdunun bildiği şeyleri kimselerin bilebilmesine olanak yoktur ama, üzerine tütün, deri ya da buğday kokusu sinmiş bir kişinin söyleyeceği sözü de hiçbir bilge, hiçbir filozof söyleyemez."


Salah Birsel, Dört Köşeli Üçgen, Özgür Yayın Dağıtım, 1985, s. 5, 6

26 Ocak 2009 Pazartesi

Böylesi Bir Kumral


“O hep böyledir. Dışardan bakınca kibirli, çok bilmiş, dikbaşlı, alaycı ve korkusuz görünen, halbuki yakını olmasına izin verdiklerince duyarlı, kırılgan ve ölümüne gururlu olduğu iyi bilinen biridir. Ama uzaktan ve/ya yakından bakan herkes için resmin değişmez üç temel özelliği vardır: 1) alımlı 2) kişilikli 3) çok çok kumral bir kadın.”


“Çünkü ortalama yeteneklerle doğan birisi için kendinden çok daha yetenekli insanlarla yaşamanın çoğu kez kendi gelişimini engelleyici bir etken olduğunu gözledim. Ama hayır, kader-kısmet oynamayı seçtiğimden değil, bundan zevk aldığımın bilincinde olarak, bu kumral yolda yürümeyi tercih ediyorum ben.”


“Dudaklarını büzdü, “suç bende değil” der gibi ellerini iki yana açtı, gözlerini yumdu. O gözlerini yumunca yeryüzündeki bütün yeşiller, sarı ve kahverengi ışıklar kayboldu. Yeşildeki mavi yüzünden olmalı, maviler de silikleşti. “Ona sorarsan evet!” dedi o şahane kumral gözlerini açarak, bütün kayıp renkleri tekrar yeryüzüne kazandırırken.”


“Bu dokunuştan keyiflendiğini anladığım Aras, yine de utangaçlığını yenememiş, yere düşen bir şeyi arıyormuş gibi saklanmıştı. Dışarıdan bakanlar ciddi ve yakışıklı bir delikanlının yanındaki bal damlası kumral kızın okşayışına ilgisiz kaldığı resminin yanlış yorumunu algılıyorlardı ama Ada onun ruhunu okumayı çoktan sökmüştü.”


“Ada bir süre sustu. Gözlerinin kumrallığında oynaşan hüzünlü ela ışıklar içimi burkuyordu. Ada’yı üzdüğü vakitler ağabeyime feci bozuluyordum. Onu üzdüğünü anlayan ama nasıl gönlünü alacağı konusunda inanılmaz beceriksiz olan Aras, çaresizliğinin hırsını dondurmasından alıyordu. Hayatımda bundan daha hızlı yenmiş bir dondurma görmedim.”


“Ada’yla bakıştık. Bazen bile olsa “biz ikimiz” oluşumuzun tadına vararak içime doldurdum kumral gözlerini."


“Yorgun gülümsedi. O zaman hüzün saçıldı her yana. Üstüme bulaştı. Elledim. Kumral renkteydi.”


“Bir yıl sonra Kuzguncuk’a döndüğünde Ada, insan içine çıkmaya başlamıştı ama melankolikti, uzaktı. Benim yaramaz, hınzır, kumral ışıklar saçarak yürüdüğü yolu aydınlatan balkızım yoktu. Galiba o Aras’la birlikte gitmişti. Kuzey Amerika’dan gelen Ada’ysa neredeyse bir yabancıydı.”


“Öyle heyecanlanmıştı ki, güzel gözlerinden bütün Kuzguncuk’u aydınlatmaya yetecek yüksek voltajlı kumral bir enerji yayılıyordu. O zaman, fotoğrafın onun için nasıl önemli olduğunu anladım. Tanrım ne kadar da özlemişim! İçimde uykuya yatmış bir çocuk silkelendi…"


“Dayı Bey doğru söylüyor, çocukken de böyleydi ela ceylanım,” diye sevgiyle gülümsedi Cihan Teyze.”


“Ada, ne zaman nereye uçacağını bir tek kendi bilen özgür kumral bir kuş. Asla kanatları kırılmamalı, asla yönü sorulmamalı. Böylesi ne çok yakışır ona!...”diyordum.”


“Belki de Ada’yı kibirli, soğuk ve bencil bulanlar haklıydı. Bu yağmur kız, bu kumral hüzün, bu balkız aslında bencilin tekiydi ve benim sevgimi hak etmiyordu bile!”


“Çekinerek bekledim. Kumral gözlerinden aceleyle dökülen yaşlar kumral yanaklarından yuvarlanıyordu.”


Buket Uzuner, Kumral Ada Mavi Tuna, Remzi Kitabevi, 1997, s. 8, 186, 187, 191, 194, 195, 245, 247, 263, 264, 267, 314,

23 Ocak 2009 Cuma

Zihin Bir Sahne Gibi


"Ama artık yapacak bir şey kalmamıştı: Justin'den kalan ne varsa paramparça etmişti ve artık öyle ağırlaşmış hissediyordu ki kendini, neredeyse hareket edemeyecek haldeydi. Ama hala nefes alabiliyordu ve yoga dersinde öğrendiği nefes alma egzersizlerini hatırlayarak derin bir nefes çekip yarısını yavaş yavaş dışarı verdi. Sonra kalan nefesinin yarısını, sonra onun da yarısını, ondan kalanın da yarısını verdi dışarı. İşe yaramıştı. Yoga öğretmeninin önerdiği bir egzersizi daha denedi. Zihninin bir sahne olduğunu düşündü ve seyircilerin arasına kurularak mesafeli bir şekilde, kendi düşüncelerinin sahneden geçisini izledi. Hiçbir şey çıkmamıştı ortaya -sadece arka arkaya geçip giden acı verici, olgunlaşmamış düşünceler. Peki bunları nasıl birbirinden ayırıp da ele almalı? Her şey karman çorman görünüyordu."

Irvın D. Yalom, Divan, Ayrıntı Yayınları, 1999, s.61

22 Ocak 2009 Perşembe


Marcel Bertone
1921 doğumlu, İtalyan kökenli. Muhasebeci. İspanya savaşında yaralandı. Fransız Komünist Partisi'nin Gençlik Örgütü Merkez Komitesi Üyesi...

17 Nisan 1942
(Kızına)

Benim Küçük Helen'im, bu mektubu okuduğun zaman minik beynin hiç şüphe yok hayatı anlamaya başlayacak. Seni annenle birlikte mutlu edecek baban yanında olmadığı için üzüleceksin. Helen'im, babanın niçin henuz yirmi bir yaşındayken öldüğünü, niçin kendini feda ettiğini, niçin seni bırakıp gitmiş göründüğünü bir gün öğreneceksin. Seni bir erkeğin duyabileceği en derin baba sevgisiyle sevdim. Senin geleceğine dair güzel düşler kurmuştum, artık bu mümkün değil ama annen seni yanında beni aratmayacak olan annene güveniyorum. Helen'ciğim, saat iki, dörtte hazır olmam gerekiyor. Acele etmeleyim. Dinle ve dediklerimi yap.
  1. ...
  2. Beni ölüme götüren nedenleri iyi öğren.
  3. Çevrendekileri tanı ve insanlar hakkında sana ne söylediklerine göre değil, ne yaptıklarına bakarak hüküm ver.
  4. Hayata irade gücü ve ihtirasla sarıl. Soylu ve yüce işler için kendini feda etmeye hazır ol...
  5. Dürüst davranışınla annene omuz ver;...
  6. ...
  7. Koca olarak kendine namuslu bir işçi seç.Cömert, sevgi dolu, çalışkan ve seni sevebilecek birini seç.

Kızım, hayalimde seni kucaklıyorum, sizleri görmeme izin vermediler... Belki böylesi daha iyi?

Elveda, Helen, baban: "Yaşasın Fransa!" diye haykırarak öldü.


Sante Cezaevinde kaleme alındı

17 Nisan 1942, idam edildiği tarih

Marcel Bertone

Baban kurşuna dizildi diye sakın utanç duyma.

Etienne Fajon, Hayatı Seviyorlardı-Fransız Direnişçilerinin Son Mektupları,De Yayınevi, 1986, s. 42,43

21 Ocak 2009 Çarşamba

Ölüm


"Bazı eski medeniyetlerde ölenle eşyasının beraberce yanması veya gömülmesi ne güzel adetmiş..." Fakat insan sade ölürken bırakmıyordu ki... İki ay evvel Mümtaz en beğendiği kol düğmelerini bir arkadaşına hediye etmişti. On beş gün evvel yeni ciltlettiği bir kitabı takside unutmuştu. Sade bunlar mıydı? Birkaç ay evvel sevdiği kadın yaşama iradesini tek başına kullanmak istemiş ondan ayrılmıştı. İhsan evde hasta yatıyordu. Dokuz gündür zatürre onu yakalamış yavaş yavaş bugün bulunduğu o dar geçide kadar sürüklemişti. Her an çok fena bir şey olabilirdi. Hayır, insan sade ölürken ayrılmıyor, arkada bırakmıyordu. Belki bütün ömrünce her an birçok şeyler onu arkada bırakıyordu. Sonra olduğu yerde birdenbire kabuklaşıyor, çok ince, görünmez bir şeyle o anda etrafında onlardan ayrılıyordu. "Biz mi gidiyoruz, onlar mı?..." sual buydu...

Bununla beraber bu kadar yaşanmış şeyin burada, güneşin bütün borularını üstüne yıkılacakmış gibi ayakta çalan bu sokakta toplanması, asıl hayatı, yaşananı unutturacak kadar kuvvetli bir şeydi."

"Hayır, kötü olan ölüm değildi; ölümün, bu basit işin, bu peşin pazarlığın birdenbire ve her şeyle beraber son derecede güçleşmesi, çözülmez yumak haline gelmesi, beş on kulaç suyun, bin türlü engelle doluvermesiydi. "Bütün ıstıraplarım, orada, o eşikte bitecek... Acaba hep böyle mi düşünürüz; ölümün mü, hayatın mı çocuğuyuz? Bu saati hangisi kuruyor, mevsimlerin eli mi, mutlak karanlığın parmağı mı? Ölüm muhakkak bir akıbet. Fakat madem ki hayat denen piyango beni teşkil eden adem parçasına isabet etmiş. Madek ki kainat, her zerresiyle benim için canlanmış, o halde duyguların ve duyumların cennetinde, bu aciyap Walt Disney oyununda sonuna kadar payımı almalıyım!" Hayır, böyle de düşünemiyordu. Bu da çok basitti. Bu sadece dışarıda kalmak, satıhta yüzmekti. "Kapının önünde kalmıyoruz ki, evin içine giriyoruz, ona sahip oluyoruz, benimsiyoruz, benimdir diyoruz, istiyoruz, memnun oluyoruz. Gidenin arkasından ağlıyor, gitme! diye eteklerine yapışıyoruz. Hiçbir şeyi kendimizden ayırmıyoruz."
"Ne ölüm var, ne de hayat var. Biz varız. İkisi de bizde.!


Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur, Yapı Kredi Yayınları, 2002, s. 53, 65

20 Ocak 2009 Salı

"...Kalp Atışlarımızdan Hiçbiri Olmazdı."


BİRİNCİ GEÇİŞ

Lamia'nın Günahı

"Memleketimin insanlarına ait bu öyküyü yazmak için, kutsal kitaplardan ve duadan ayırdığım saatler için Yüce Tanrı beni affetsin, benim mazeretim şudur: Yaratılıştan bu yana geçip giden binlerce yıl olmasaydı, yaşadığımız dakikaların hiçbirini yaşayamazdık ve atalarımızın ardından gelenlerin rastlantıları, vaatleri, kutsal birliktelikleri ya da günahları olmasaydı kalp atışlarımızdah hiçbiri olmazdı."

Kfaryabdalı Keşiş İlyas "Dağ Taihçesi"nden.

Amin Maalouf, Tanios Kayası, Yapı Kredi Yayınları, 1995, S.16


19 Ocak 2009 Pazartesi

Gül Ve Diken


"Gülün dikene katlanması, onu güzel kokulu yaptı."

"Her diken gül vermez."

"Dünyada diken tohumunu eken kişi; kendine gel, onu gül bahçesinde arama sakın."

"Gülün annesi dikendir."

"Eğer düşündüğün gül ise, sen bir gül bahçesisin; yok diken düşünüyorsan külhan kütüğüsün."


Mevlana'dan Altın Öğütler, Derleyen Ziya Elitez, Kozmik Kitaplar, 2004, s. 53, 76, 58 105, 88

16 Ocak 2009 Cuma

"Ben yalnızca çocuğum..."


Sunu

"Kuş kanadına binip çayırlara gitmeyi öğretti Barış bana. Düşle gerçek onun o yarım sözcüklerinde öylesine içiçe geçerdi ki, dünyanın çirkinlikleri bir bulut gibi kayıp giderdi yarım göğümüzden: Taş avluda düşsel uçurtmaları uçurmayı işte öylece öğrendim Barış'tan.

Adını ne Barış yılını düşünerek koymuşlar, ne de savaşlar çıkmasın diye. Babasının sevdiği bir müzikçinin adıymış, yalnızca o yüzden.

Adının anlamı dünyayı kucaklasa, taşta büyümezdi Barış."

"Ama ben mahkum değilim ki... Ben yalnızca çocuğum. Annem burada iken bana dışarıda kimse bakamazmış. O yüzden cesazı bitene kadar annemle birlikte kalmalıymışım. Ben artık kendi çoraplarımı giyebiliyorum. Kendi kendime bakarım. Beni dışarı bıraksınlar İnci! Senin yanına geleyim."


Feride Çiçekoğlu, Uçurtmayı Vurmasınlar, Yön Yayıncılık, 1986-Dünya Barış Yılı, s. 5, 10

15 Ocak 2009 Perşembe

Sevgi Kuramı


"Sevgiye ilişkin tüm kuramlar, insan kuramıyla, insanlağın varoluş kuramıyla başlamak zorundadırlar. Hayvanlarda biz sevgiyi ya da sevginin benzerini onların içgüdüsel yapılarının parçaları olan ilişkiler halinde buluruz. İnsandaysa, bu içgüdüsel yapının sadece kalıntılarını görmekteyiz. İnsanın varoluşunun temelindeki gerçek, hayvanlar aleminden içgüdüsel uyumdan çıkarak -tümüyle kopmasa da- doğaya egemen oluşundadır. O doğanın bir parçasıdır ama kopmuştur ondan, geri dönmesi olanaksızdır artık."

Erich Fromm, Sevme Sanatı, Say Yayınları, 1985, s. 17

14 Ocak 2009 Çarşamba

Allahtan Birşey İstemek


"Bu sefer de öyle yaptı. Evvela güvencinlere baktı. Sonra dayanamadı, yem dağıttı. Bunu yaparken içinde bir taraf çocukluğunda olduğu gibi Allahtan bir şey istemesini söylüyordu. Fakat Mümtaz artık gündelik işleriyle içindeki Tanrı düşüncesini karıştırmak istemiyordu. O, insanda yıpranmamış, sağlam, her türlü tecrübeden uzak, yalnız hayata dayanmak için kuvvet veren bir memba gibi durmalıydı."

"İşlerimiz iyi gitmiyor diye, Tanrılara kızmayalım" demişti. "İşlerimiz, bizim ve bize benzerlerin küçük sakatlıklarıyla, tesadüflerin ihanetiyle, her zaman bozulabilir. Hatta birkaç nesil için bozuk gidebilir. Bu bozulma, bu düzensizlik, iç kıymetlerimize karşı vaziyetimizi değiştirmemelidir. İki ayrı şeyi birbirine karıştırırsak çıplak kalırız. Hatta zaferlerimizi bile Tanrılardan bilmemeliyiz. Çünkü ihtimallerin cetvelinde mağlubiyet de vardır."

"Hayır, Allahtan bir şey istemeycekti artık. Onu kaderiyle veya ömrünün arızalarıyla karşılaştırmayacaktı. Çünkü istediği şey olmazsa kaybı iki misli olacaktı."


Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur, Yapı Kredi Yayınları, 2002, s.41,42,43

13 Ocak 2009 Salı

Küçük Adam/Büyük Adam


"Gerçekten büyük olan insandan seni ayıran tek bir nokta var: Büyük adam da bir zamanlar çok küçük bir adamdı; ama bir tek önemli yetenek geliştirdi. Düşünce ve davranışlarında küçük olduğu noktaları görmeyi öğrendi. Kendisi için çok değerli olan bazı şeyleri yitirmeyi göze alarak kendi küçüklüğünün ve önemsizliğinin taşıdığ tehlikeyi giderek daha iyi sezmeyi öğrendi. Demek ki, büyük adam, ne zaman ve hangi alanda küçük adam olduğunu bilir. Küçük Adam, küçük olduğunu bilmez ve bunu bilmekten korkar. Kendi küçüklüğünü ve yetersizliğini, başkalarının gücü ve büyüklüğünün kendisinde uyandırdığı güç ve büyüklük görüntüleriyle örter. Büyük generalleriyle övünmektedir, ama kendisiyle övünmez. Kendisinde varolan düşünceye değil, kendi aklına gelmeyen düşünceye hayrandır. En az anladığı şeylere en çok inanır ve kolayca anladığı fikirlerin doğru olduğunu kabul etmez."

Wilhelm Reich, Dinle Küçük Adam, Payel Yayınları, 1986, s.17-18

12 Ocak 2009 Pazartesi

Formunuzu Korumalısınız:-)


"Formunuzu korumalısınız. Büyük annem 60 yaşındayken günde 5 mil yürümeye başladı. Şimdi 97 yaşında ve nerededir bilmiyoruz..."

Ellen De Generes

Hayata Yön Veren Sözler, Derleyen Akın Alıcı, Epsilon Yayıncılık, 2004, s.154

9 Ocak 2009 Cuma

Güneşle Denizin Aşkı...


"... Bir günbatımı olur Kordan'da doyamaz insan seyretmeye. Güneş turuncu renkli dev bir tekerlek gibi Ege Denizi'ne dokunur önce ve ardından susuzluğunu hatırlayıp, yavaş yavaş ama kana kana içer denizi. Onun denizle her akşam hep aynı özlemle yeniden buluşması çok heyecan vericidir. Büyülenir insan. Güneşle denizin aşkını günbatımında seyretmeye doyum olmaz. Sonra güneş çekinerek, sanki yüzme bilmiyormuş gibi utanarak denizin içine girer ve onun içinde erir usulca. Tek bir zerresi kalmayıncaya kadar erir, ama erirken o kadar mutludur ki, sevinçten titrediğini herkes görür. Güneş son zerresinde bile mutludur erirken Ege'de. İnsan kendi gözleriyle seyrederken bile bu olağanüstü tabiat mucizesine tanık olduğuna inanamaz; orada, Kordon'da akşam çayını içerken... Kordon'da bir kere günbatımını seyreden artık bir daha yaşamdan sıkılmaz."



Buket Uzuner, Şiirin Kızkardeşi Öykü, Everest Yayınları, 2003, s.46-47

8 Ocak 2009 Perşembe

Acılaşma


"Dış tehditlerden korunaklı dünyalar yaratmak isteyen kimi kişiler fazla ileri gidip dış dünyaya karşı abartılı yüksek duvarlar örerler. Yeni insanlara, yeni yerlere, farklı yaşantılara karşı yükselen bu duvarlar onların iç dünyasını da yoksullaştırır. İşte Acılaşmak burada devreye girer. Acılaşma'nın (ya da Dr. Igor'un tehcih ettiği adıyla Vitriol'ün*) ana hedef iradedir. Bu hastalığa tutulanlar her türlü isteği yitirmeye başlarlar, birkaç yıl içinde kendi dünyalarının dışına çıkamaz olurlar, çünkü tüm enerjilerini çevrelerine duvar örmeye harcamışlardır."

...

"Dr. Igor eline bir kalem alıp notlar yazmaya başladı, derken vazgeçti.

Işığı kapattı, şafak öncesinin soluk aydınlığında öylece oturdu. Gülümsedi. Başarmıştı.

Biraz sonra gerekli notları alır, Acılaşma'nın bilinen tek tedavisinin ayrıntılarını yazardı: yaşama bilinci. Sonra da hastalar üstünde yaptığı ilk önemli denemede kullandığı ilacı açıklayacaktı: ölüm bilinci."

(*) Vitriol: Toksik bir madde, ölümcül bir zehir. (a.g.e. s.90)

Paulo Coelho, Veronika Ölmek İstiyor, Can Yayınları, 2000, s.91-92-201

7 Ocak 2009 Çarşamba

Yanlış Anlamaşma İhtimali


"Düşündüğünüz / Söylemek istediğiniz / Söylediğinizi sandığınız / Söylediğiniz / Karşınızdakinin duymak istediği / Duyduğu / Anlamak istediği / Anladığını sandığı / Anladığı... arasında farklar vardır. Dolayısıyla insanların birbirini yanlış anlaması için en az 9 ihtimal var."

Sylviane Herpin

Hayata Yön Veren Sözler, Derleyen Akın Alıcı, Epsilon Yayıncılık, 2004, s.105

6 Ocak 2009 Salı

Dostluk, Arkadaşlık


"Dostluk, anlaşmayı aşar. Anlaşmak, arkadaşlığın yani Öteki ile ilk buluşmanın koşuludur yalnızca. Arkadaş ile anlaşırsınız, beraber gülüyorsanız şanslısınız, ama o kadar!... Dostluk ise anlaşmakla yetinmez. Tarafları teslim olmaya çağırır. Teslim olmak çıplak olmayı becermektir: Ötekine kırılganlıklarını cesaretle gösterebilmek; ego'ndan vazgeçmek, narsisizminle baş etmektir. Teslim olmayı beceremeyenler arkadaş kalırlar, dost değil. Arkadaşından dostluk isteyen, ona "güven bana" der. Ve bekler..."

Abdülgaffar El-Hayati, Ayrıntı Yayınları, Kitap Ayracı Yazısı

5 Ocak 2009 Pazartesi

Unutulmak, hatırlanmak!


"Küçük çiftliğin yakınında, sıcağın altında uyuklayan kıyıdan yüz adım ötede, bizi ilk ağırlayan bir köpek sürüsü oldu; sahipleri hemen önlememiş olsalardı bizi parçalayacaklardı. Elli yaşlarında, yoksul kılıklı bir erkekle, bir kadın görünmüştü. Sevinçli ve iyilik çizgileriyle kırışmış yüzleriyle ikisi de hemen hemen aynı şeyleri söylediler: "Gördün mü bak, Kodin; köpekler seni tanımıyorlar gayri! Bu da bizi unutmuş olduğunu gösterir."

Panait İstrati, Kodin, Varlık Yayınları,1981, s.57

3 Ocak 2009 Cumartesi

Önce Sesler Vardı...


"Doğanın, bizi sihirli ortamına çeken özel bir gücü vardır. Onu bütün canlılığıyla anımsıyorum:

ÖNCE SESLER VARDI...

Bir çocuk, sesleri, özellikle görünmeyen gizemli kaynaklardan gelen sesleri doğal karşılamaz. Tekrarlanmaları hiçbir zaman melodilerini basitleştirmez.

Bir gün okulun top sahasında yaşlı bir adam, hayvanlar ya da böcekler aleminde hiçbir yaratığın nedensiz bir ses çıkarmadığını söyledi. Küçükken, kuş izleyicilerinin yaptığı gibi sesleri birbirinden ayırt etmeye çalışırdım. Yaz gecelerinde ayinsel resitaller veren o kadar çok yaratık vardı ki, tarlalardan, çalılardan ve ağaçlardan gelen kakafonide(*) ses ayrımı yapmak neredeyse olanaksızdı. Ama ben cırcırböceklerinin konuşmalarını dinlerdim. Karanlıkta gizemli köşelerinde sessizce dolaşan ateşböceklerini bile duymaya çalışırdım."


Ralph Nader, On Yedi Gelenek, Klan Yayınları, 2007, s.17-18


(*)Kimi sözlerde, söz öbeklerinde, birbirine yakın seslerin art arda gelmeleri sonucu söyleyişin güçlüğe uğraması, kulağı tırmalaması. (Ali Püsküllüoğlu, Arkadaş Türkçe Sözlük, Arkadaş Yayınevi, 2004, s.519)

2 Ocak 2009 Cuma

Elma Ağaçları Mı? O Elma Ağacı Mı?


"Benim için elma ağaçları, armut ağaçları, şeftali ağaçları yok; o elma ağacı, o armut ağacı, o şeftali ağacı var. Her birinin değişik bir enerjisi, değişik bir gelişme, hastalıklara karşı koyma yeteneği oluyor. Olağanüstü sağlıklı elma ağaçlarım da var, bir mantar hastalığından, bir böcek salgınından canını zor kurtaran da. Ama gene de hep birlikte ayakta durmayı sürdürüyorlar. Aynı toprakta, aynı ışıkta, aynı besin ve aynı suyu alıyorlar. Peki ne oluyor?"


Susanna Tamaro, Daha Çok Ateş Daha Çok Rüzgar, Can Yayınları, 2003, s.72


1 Ocak 2009 Perşembe

Basit Yaşamak


Basit yaşayacaksın.

Mesela susayınca su içecek kadar basit.
Dört çıkacak, ikiyi ikiyle çarptığında.

Tek düğmesi olacak elindeki cihazın;
tek bir düğme, tek bir cümle gibi;
sevince lafı dolandırmadan söylediğin
“seni seviyorum” gibi.

Basit bir öpücük yetecek sana;
basit sıcak bir öpücük
ve o öpücükle dolacak tüm günlerin, tüm düşlerin.
O öpücük için yapacaksın hayatının kavgasını,
o öpücük için yiyeceksin hayatının dayağını.

Kabak çekirdeği verecek sana
rakamların veremediği mutluluğu.

El yazısıyla yazılmış eğri büğrü bir mektup olacak
en değerli kağıdın;
hep yanında taşıdığın,
atmaya kıyamadığın.

İki harekette giyiniverecek,
iki harekette soyunuvereceksin.
Kısacık olacak uyanman
ve yola çıkman arasında geçen süre;
kısacık olacak
sıcacık kollara dolanman
ve yolculuklara çıkman arasında geçen süre.

Kendin bile anlayabileceksin yazdıklarını;
bakışların bile anlatabilecek kendini.

Beklentilerin de basit olacak.
Kaf Dağı’nın önünde bekleyecek mutluluklar.
Bir ıslıkta bulabileceksin en uzun dostluk romanını;
ya da bir damla gözyaşı yaşatacak sana
en ucuz aşk romanını.

Pankreasının sağlığına dua edeceksin kapatırken gözlerini.
Zafer işareti yapacaksın tuvaletten çıkarken.

Bir kaşarlı tost olacak aradığın
nasıl oturacağını bilemediğin sofrada;
parmakların olacak en kıymetli çatalın.
Yine, aynı parmaklar çözecek en karmaşık denklemleri.
İskender’in kılıcı duracak avukat rehberinin yanında.

Bir filarmoni orkestrası veremeyecek sana
kontrplak bir gitarda, doğru basılmış bir
“fa diyez”in mutluluğunu.

Makyajın ilk “a” sına kadar bilmen yetecek.
Temizlik kokacak en pahalı parfümün

“Bilmiyorum” diyebileceksin bilmediğinde
ve çok normal olacak onu da bilmeyişin.
Tek dereden su getirmen yetecek,
bir “istemiyorum” diyebilmeye.

Ne durduğu farketmeyecek abanın altında.

Saatin, sadece saati gösterecek;
Telefonunu sadece telefon etmek için kullanacaksın.
Küçük bir not defteri olacak bilgini en hızlı sayan.

Basit yaşayacaksın, basit.
Sanki yaşamın bir gün sona erecekmiş gibi

basit...


Yalçın Ergir, Düş Hekimi 2, Çınar Yayınları, 2002