30 Nisan 2009 Perşembe

Bakı


Kendi bahçesinde dal olamayanın biri
Girmiş bahçemde ağaçlık taslıyor

Özdemir Asaf, Bir Kapı Önünde/Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi II/Ataol Behramoğlu/Sosyal Yayınları, 1987, s. 533

29 Nisan 2009 Çarşamba

Öngörü


Yazıklar olsun hepimize.
Bana da alışacaksınız.
Bana bile.

Alış-verişlerimiz gömülecek
Alışkanlıklarımızın içine.
Sevgilerimiz yenilenmeyecek,
Azalacak kavgalarımız.

Sonunda ben,
Kupkuru bir ölçü.
Ben bile.

Özdemir Asaf, Sen Sen Sen/Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi II/Ataol Behramoğlu/Sosyal Yayınları, 1987, s. 533

28 Nisan 2009 Salı

Persectif


“Senin içine girdiğim zaman
Dışımda kalıyorsun.
Senin dışından sana bakınca
İçime sığmıyorsun.”

Özdemir Asaf, Sen Sen Sen/Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi II/Ataol Behramoğlu/Sosyal Yayınları, 1987, s. 532

27 Nisan 2009 Pazartesi

"Özdemir Asaf" Haftası


Jüri

“Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu,
Birinciliği beyaza verdiler.”

Özdemir Asaf, Dünya Kaçtı Gözüme/Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi II/Ataol Behramoğlu/Sosyal Yayınları, 1987, s. 531

24 Nisan 2009 Cuma

"Ümitsizliği Yenme Gücü"


“Böyle oldu” yu, “Böyle istedim” e dönüştürmek, ümitsizliği yenme gücüdür.”

Irvin D. Yalom, Nietzsche Ağladığında, Ayrıntı Yayınları, 1999, s. 316

23 Nisan 2009 Perşembe

"Kartal Gibi Yaşayabilen İnsan"


“Yalnızca bir kartal gibi yaşayabilen insan –kimsenin kendisini seyretmesine ihtiyaç duymadan- başka birisine sevgisini verebilir; yalnızca o zaman, o insan bir başkasının büyümesi ve gelişmesiyle ilgilenebilir.”

Irvin D. Yalom, Nietzsche Ağladığında, Ayrıntı Yayınları, 1999, s. 313

22 Nisan 2009 Çarşamba

"Kutsal Hayır"


“Kendini özgür kılmak, kutsal bir ‘hayır’ demektir. Ödeve bile!”

Irvin D. Yalom, Nietzsche Ağladığında, Ayrıntı Yayınları, 1999, s. 283

21 Nisan 2009 Salı

"Kozmik Perspektif"


“Kozmik bir perspektif her zaman trajedinin etkisini dağıtır. Yeterince yükseğe tırmanabilirsek, o trajedinin artık trajik görünmediği bir yüksekliğe de erişebiliriz.”

Irvin D. Yalom, Nietzsche Ağladığında, Ayrıntı Yayınları, 1999, s. 236

20 Nisan 2009 Pazartesi

"Nietzsche Ağladığında" Haftası


"Hassas olmayı ben istiyorum. İçimdeki yaşadığım hiçbir parçanın benden ayrılmasını istemiyorum! Ve eğer bu içgörülerin bedeli gerilim ise, ne yapalım, öyle olsun! Bu bedeli ödeyebilecek kadar zenginim!"

Irvin D. Yalom, Nietzsche Ağladığında, Kabalcı Yayınevi, s. 115

17 Nisan 2009 Cuma

"Sen Çok Başkasın"


“Sen çok başkasın biliyor musun?”

Bu da sesi yükselen televizyondan gelen bir cümle.

“Sen çok başkasın biliyor musun,” der bazı erkekler, bazı kadınlara, şimdi televizyondaki manasız filmde olduğu gibi.

Ekrandaki, “başka olan kadına” bakıyorum, adamın söylediğine inanıyor, alçakgönüllü görünmeye çalışarak başını öne eğiyor. Oysa pencereyi açsam bu kadın gibi on tanesiyle yüz yüze geleceğim. Varsın inansın canım, bana ne?

İçeri geçiyorum.

Oysa tuzağı kendinden kurulup çalışan bir cümledir bu.

Her kadın, kendisinin çok başka olduğuna ve diğer kadınlara benzemediğine inanır. Bunu nihayet bir erkeğin görmüş olması ve dile getirmesi hoşuna gider. “Ben senin bildiğin kızlardan değilim,” lafı durduk yerde çıkmamıştır. Bunu söyleyen bütün kızlar aslında bildiğimiz kızlardır ve bilmediğimiz kızlardan olduklarını sanmamızı isterler. Bu yüzden “Sen çok başkasın biliyor musun,” sözü, bütün kadın kulaklarına hoş gelir.

Ancak, çeşitli olasılıkların çoğalttığı sorular ve durumlar barındıran sinsi bir tuzak çalışmaya başlar bu sözün içinde:

Bir: Sahiden “çok başka” bir kadın olmadığınız halde, kendinizi öyle sanıyor, kendiniz hakkında yanılıyor olmayasınız? Bir erkeğin erken yaşta öğrendiği hazır kalıp tavlama cümlesidir bu. Denemiş, işe yaradığını görmüştür. Böyle bakıldığında, ne siz başkasınızdır, ne de o. Siz bildiğimiz kadınlardansınızdır, o da bildiğimiz erkeklerden. Sizi birbirinize yakınlaştıran da, bunun tersini sanmanın sıradanlığıdır aslında.

İki: Siz sahiden başka bir kadınsınızdır, kimselere benzemeyen bir kadın. Ama o, bunu anlamaktan aciz bir erkek olduğu halde, bu tür kalıp tavlama cümlelerinin işe yaradığını bildiği için, sizi böyle kandırmış olabilir. Çünkü, sahiden “başka olan” kadınları tanıyacak erkeklerin de “bir başka” olması gerekmez mi? Siz kendinizin başkalığından emin olduğunuz kadar, ondan da emin misiniz? Bunu bir an önce öğrenmenizde yarar var.

Üçüncü şık, ideal şıktır: Siz “başka” bir kadınsınızdır, o da “başka” bir erkek. Günün birinde bir mucize eseri karşılaşmışsınızdır.

Peki, bu mutlu tesadüfün gerçekleme olasılığı milyonda kaçtır sanıyorsunuz? Bence burada kendinize sormanız gereken, niye kendinizi o milyonda bire layık şanslı kişi olarak gördüğünüzdür. Şu kibar istatistikleri bir kenara bırakırsak, siz kendinizi ne sanıyorsunuz? Her yılbaşı “Milli Piyango” bileti kaç kişiye çıkıyor, hiç düşündünüz mü? Gönlünüze göre bir kadın ya da bir erkeğin, “büyük ikramiyeden” daha kolay bulunduğunu kim söyledi size? Hayat birbirinden acı ve katı gerçeklerle dolu ama, bir de benden duymalısınız: Bütün hayatları en fazla amorti biletlerle geçmiş insanlar, daha gerçekçi hayallerle yetinmek zorundadırlar.”

Murathan Mungan, Yüksek Topuklar, Metis Yayınları, 2002, s.372-373



16 Nisan 2009 Perşembe

"Dudaklarından ayrılan ben değildim"


Yeniden yola koyulduk.

“Piramitlere ilişkin daha neler bu İbni Battuta?”

“Onları, yıldızların devinimlerini çok iyi bilen, tufanı önceden haber veren bir bilge kişinin yaptırdığını. Piramitleri şu nedenle yaptırmış: Sanatın ve bilimin bütün yapıtlarını buralarda saklayıp yok olmalarını önlemeyi amaçlamış.”

Daha alay edilmemek için çarçabuk ekledim.

“Yine de İbni Battuta bunların varsayım olduğunu, bu yabansı yapıların tam ne amaçla yapıldığını bilmediğini yazıyor.”

“Bence piramitler güzel ve etkileyici olsunlar diye, yeryüzünün ilk harikaları olsun diye yapılmışlardır. Bir işlevi vardır kesinkes ama bunu yalnızca o zamanın hükümdarları biliyordu.”

Bir tepenin doruğuna ulaşmıştık. Ve piramitler işte orada, çevremizdeydi. Devesini durdurup kolunu doğu yönüne doğru öylesine duygulu bir biçimde kaldırdı ki kolu sanki saygınlık kazandı.

“Evlerimiz, saraylarımız ve bizler yok olduktan çok uzun zaman sonra da piramitler olacak. Bu Ölümsüz Olan’ın gözünde de en yararlı oldukları anlamına gelmez mi?”

Elimi onunkinin üstüne koydum.

“Şimdi biz yaşıyoruz. Ve birlikteyiz. İkimiz yalnızız.”

Çevreye bir göz attıktan sonra,

“Evet, ikimiz yalnızız,” dedi.

Devesini benimkine yaklaştırdı, peçesini kaldırdı, beni dudaklarımdan öptü. Tanrım, Kıyamet Gününe dek öylece kalabilirdim.

Dudaklarından ayrılan ben değildim. Benden ayrılan da o değildi. Develerimiz, çarçabuk birbirinden uzaklaştı; dengemizi yitirip düşmekten korktuk.

“Geç oluyor. Dinlensek.”

“Piramitlerde mi?”

“Hayır, biraz daha ötede. Buradan birkaç mil uzakta beni büyütmüş olan dadımın köyü var. Her pazartesi akşamı beni bekler.”

Amin Maalouf, Afrikalı Leo, Yapı Kredi Yayınları, 1998, s.230-231

15 Nisan 2009 Çarşamba

"Şiddetli Sevgi"


“Şiddetli sevginin insana sunabileceği en yoğun hoşgörü düzeyinde yaşamanın ne olduğunu hiç düşündünüz mü? Eğer düşünmediyseniz, bir düşünün… Şiddetli sevmek nasıl bir şeydir? Çıldırmadan düşünün ama!”

Buket Uzuner, Kumral Ada Mavi Tuna, Remzi Kitabevi, 1997, s. 75

14 Nisan 2009 Salı

"Ne Büyük Bir Haksızlıktı Bu!.."


“Grania Dunne’a aşık olsaydım hayatım ne kadar kolaylaşırdı” diye düşünüyordu Bill.

Grania yirmi üç yaşında olmalıydı, demek ki yaşları da uygundu. İyi bir aileden geliyordu, babası Mountainview’da öğretmendi, annesi Quentin’s Lokantası’nda kasiyerdi. Güzel bir kızdı, konuşmaktan zevk aldığı biriydi.”



“Aslında Grania başkalarıyla çıkmayı da denemişti, ama bu birliktelikler pek başarılı olmamıştı. Hep Tony’yi düşünüyor, gülünce göz kenarlarında oluşan karışıklıklar aklına geliyordu. Ne büyük bir haksızlıktı bu!.. İnsan neden bu denli uygunsuz birine aşık oluyordu?

Bill, Grania’nın anlattıklarının tümünü içtenlikle onaylıyordu. Kendisi de uygunsuz bir aşkın kurbanı değil miydi? O da en akla gelmeyecek birine, Lizzie Duffy’ye tutulmamış mıydı? Lizzie çok güzel, insanın başına dert açacak cinsten bir kızdı. Hayatı boyunca bütün yasaklara başkaldırmış, hep istediğini yapmış biriydi.

Lizzie de Bill’i seviyordu. Ya da seviyorum diyordu. Ya da sevdiği sanıyordu. “Hayatım boyunca bu kadar ciddi, bu kadar baykuş, bu kadar saygın ve bu kadar saçma birini tanımadım” diyordu. Lizzie Bill’i diğer erkek arkadaşlarıyla karşılaştırınca verdiği tüm sıfatlar yakışıyordu. Diğerleri olur olmaz her şeye gülen, iş bulmak veya bir işte devamlı çalışmak gibi sorunlara önem vermeyen, önceliği tatile gitmek veya eğlenmek olan kimselerdi. Lizzie’yi sevmek delilikten başka bir şey değildi aslında.

Bill ile Grania bir yandan kahve içiyorlar, bir yandan da “İnsan sadece kendine uygun olana aşık olsa hayat hem çok sıkıcı hem de ne kadar kolay olurdu” diyorlardı.”

Maeve Binchy, İtalyanca Aşk Başkadır, Doğan Kitap, 2002, s, 101-102

13 Nisan 2009 Pazartesi

AŞK


AŞK’ın hiçbir sıfata ve tamlamaya ihtiyacı yoktur.
Başlı başına bir dünyadır aşk.
Ya tam ortasındasındır, merkezinde,
ya da dışındasındır, hasretinde…

Elif Şafak, Aşk, Doğan Kitap, 2009, Önsöz’den de önce!

10 Nisan 2009 Cuma

"Küçük Şey" mi?


“Bazen küçük şeylerden
ne müthiş sonuçlar alındığını gördükçe
İçimden, ‘küçük şey’ diye bir kavram olmadığını
düşünmek geliyor.”

Bruce Barton

8 Nisan 2009 Çarşamba

"Tulumbacı Sendromu"


"Küçük Şeyler" Haftası Devam Ediyor

“İnsanlar bazen belirledikleri bir hedefe doğru ilerlerken, birden bire bu ana hedefle hiç ilişkisi olmayan yeni bir hedefe yönelirler. Planlı yapılmayan bu hedef saptırma davranışına, eski İstanbul’un tulumbacılarından esinlenerek “Tulumbacı Sendromu” adını vermek istiyorum. Hedef saptırma ile tulumbacıların ne ilişkisi var?

Tulumbacılar, sırtlarında tulumbaları, koşarak yangın söndürmeye giderlerdi. Ana amaçları yangın söndürmekti. Bazen bir ekip aynı yönde giden bir başka ekiple karşılaşırdı. Nezaket kuralları gereği arkadan gelen ekibin adımlarını yavaşlatıp öndeki ekibi geçmemesi gerekirdi. Ancak bazı ekipler öndekileri sollamaya çalışırlardı. Sollamak o zamanlar da tehlikeli bir olaydı ve o anda kıyamet kopardı.

Sollanan tulumbacı ekibi sandıkları yere koyup kuşaklarından saldırmalarını (bir tür bıçak) çekerlerdi. Tabii sollayan ekip de. Yol üzerinde ciddi bir kavga başlayabilir, tulumbacıların kanlar içinde yerlere serildikleri olurdu. Bu onur savaşından galip çıkan taraflar, yenilen tarafın tulumbasını kapıp mahallelerine geri dönerlerdi. Ganimet sayılabilecek bu tulumbalar, mahallenin güvenli yeri olan hamamda saklanırdı. Sandık kaptırmak yüz kızartıcı, kapmak ise onur verici bir olaydı. Çok iyi de, bu arada yangın ne oldu?

Evet, yangın ne oldu? Yangın unutuldu. Ana amaçları yangını söndürmek olan tulumbacılar, yol üzerinde aniden ortaya çıkıveren bir ikinci amacın peşine takılıp ana amacı unuttular. İşte bu davranışa, “Tulumbacı Davranışı” veya “Tulumbacı Sendromu” adını vermek istedim. Tulumbacıların davranışlarına benzer davranışları, sanırım bizler de günlük yaşamımızda zaman zaman sergiliyoruz. Bütün bu davranışlara aynı adı verebiliriz.

Tulumbacı Sendromu; kafalarındaki belirli hedefler için yola çıkan kişilerin, önlerine aniden çıkan yeni hedeflerden ötürü, tali yollara saparak ana hedeften uzaklaşmalarına denilir.”

Üstün Dökmen, küçük şeyler 2, Sistem Yayıncılık, 2006, s. 88-89

"Yaşamda Suflör"


"Küçük Şeyler" Haftası Devam Ediyor...

“Hani tiyatroda suflör vardır, sahnenin arkasında, bazen öndeki gizli bir bölmede, seyircilerin göremeyeceği bir yerde durur. Oyun sırasında, sahnedeki sanatçının duyabileceği, ancak seyircilerin duyamayacakları bir ses tonuyla elindeki metni okur. Amaç, sanatçının repliklerini, yani ezberlediği metni unutması durumunda ona ne söylemesi gerektiğini hatırlatmaktır. Bu, işe yarar, duraklamaları engeller, sanatçıların kaygılarını azaltır. Suflörün tiyatroda önemli bir işlevi vardır.

Bence suflör yalnızca tiyatroda değil, yaşamın her alanında çıkıyor karşımıza. Ana babalar çocuklarına sürekli olarak nasıl davranmaları gerektiğini söylediklerinde, bir anlamda suflörlük etmiş oluyorlar.”

“Bir başkasının, ne düşünmesi, nasıl davranması, hatta bazen ne hissetmesi gerektiğini söyleyerek ona suflörlük ederiz.”

“Sahnede suflör gerekli olabilir, ancak yaşamın her kesiminde, çocuklarımıza ve birbirimize yerli yersiz suflörlük ettiğimizde, kendi doğrularımızı kulaklarına fısıldadığımızda, onların yaşam tarzlarına karışmış oluruz. Buna hakkımız var mı?”

Üstün Dökmen, küçük şeyler 2, Sistem Yayıncılık, 2006, s. 16-17

7 Nisan 2009 Salı

"Kalıp Düşünceler"


"Küçük Şeyler" Haftası Devam Ediyor...

“Psikolojide Bilişsel Davranışçı Yaklaşım" adı verilen bir yaklaşım var. Özetle şunu söylüyor: Duygularımızı ve davranışlarımızı ortaya çıkaran şey, dış faktörler değil, zihnimizin bir köşesine kaydetmiş olduğumuz kalıp düşüncelerdir. Kimi kuramcılar, söz konusu düşüncelerden bazılarının akılcı/gerçekçi olmadığını ve bunların sıkıntı yaratan duygulara ve davranışlara yol açtığını, ruh sağlığını olumsuz yönde etkilediğini belirtmektedirler*.”

“Epiklotes, “Olaylar önemli değildir; asıl onları algılama şeklimiz önemlidir” demiş. Epiklotes’in bu görüşü, Bilişsel Davranışçı Yaklaşımı özetlemektedir.”

*Bilişsel Davranışçı Yaklaşımın genel çerçevesi içinde, “Ben yetersizim” şeklindeki bir kalıp düşünce/temel inanç, ana inançlara; ara inançlar ise “Ben bu sınavdan geçemem” şeklindeki otomatik düşünceye yol açar, sıkıntı yaratır.

Üstün Dökmen, küçük şeyler…, Sistem Yayıncılık, 2006, s. 102-103

6 Nisan 2009 Pazartesi

"Küçük Şeyler" Haftası


“Enstantane Sıkıntısı…”

“Yaşamınızdaki küçük şeylerde büyük tatlar bulmak sizin sorumluluğunuzdur.”

“Sofrada, yakınlarınızdan birisinin bardağa su doldurmasını basit bir olay olarak algılayabilirsiniz. Ya da bu olayı tarih boyunca tekrarı olmayacak bir enstantane, muhteşem bir an olarak da algılayabilirsiniz. Bir kadının bir odadan diğerine giderken eteğini savurması kocasının veya bir erkeğin kravatını düzeltmesi karısının yıllar sonra hasretle hatırlayacağı bir anı olacak belki. Acaba bunları, gördüğümüz o ilk anda keyifle seyretsek ve keyif aldığımızı onlara söylesek nasıl olur?”

“Dünyada enstantane sıkıntısı yoktur; önemli olan sizin objektifinizin kaydetme gücüdür.”

Üstün Dökmen, küçük şeyler…, Sistem Yayıncılık, 2006, s. 33-34

3 Nisan 2009 Cuma

"Damaktaki Oyunlar"


“Raşit ona bir sokak satıcısından dondurma aldı. Meryem ilk kez dondurma yiyordu; bir yiyeceğin insan damağına böylesine oyunlar oynayabileceği hiç aklına gelmezdi. Bütün kaseyi iştahla silip süpürdü; üzerine serpilmiş şamfıstığı rendesini, dipteki minicik pirinç eriştelerini. Dondurmanın büyüleyici dokusuna, üst üste binen farklı lezzetlerin tatlılığına hayran kaldı.”

Khaled Hosseini, Bin Muhteşem Güneş, Everest Yayınları, 2009, s. 84

2 Nisan 2009 Perşembe

Minik Satırlar


“Sonra topuğumun üstünde geri dönüp kendi tasarımım bir bakışla ona bakacağım, bastonumla bir iki oyuncak daha devirip, basıp gideceğim.”



“Londra’daki Antelope’da, elinde koca bir bardak cinle arkada oturmuş, o soyağacı tertemiz insanların keyfini çıkartıyor.”



“Boşluk ve yenilgi için bir kenara ayrılan gün; pazar”

J.P. Donleavy, Zencefil Adam, Yapı Kredi Yayınları, 2006, s.14,16, 20

1 Nisan 2009 Çarşamba

"Yadsıyabilirsin, Saklayamazsın!"


“Yılların silip yok edemediği, düşmanlıktan da öte bir şeyler var aramızda. Levent var. Yirmi yılı aşkın ayrılık serüveni, cezaevi kapısında da bitmemiş; belleğinden sürüp atmak istediği ne varsa, önlenemez bir akışkanlıkla bu soğuk kışla cezaevi karşısındaki kahvede dolup duruyordu yüreğine. Oğluna, Levent’e, yıllar yılı uzak durmasının Doktor Gülşen’den kaçmak olduğunu söylerken kendini suçlu saymaktan da bir türlü kurtulamamıştı. Yadsıyabilirsin, saklayamazsın. Sürüp giden yaşamın baş döndüren doğurganlığında bir şeyleri sonuna dek örtbas etmeğe kimi gücü yetiyor ki? İyice yorumdum artık. Geçmişte yitip kalmış acılı günleri bile buruk bir özlemle anımsıyordu. Ölçüler yamuluverdi; yaşlılığın göstergesi bunlar olsa gerek. Gülşen acımasızdı, katıydı. Kaskatıydı. Bir süre özendim ben de. Parçalandım. Bunu bugün söylüyorsun. Yo o günler de biliyordum. O yüzden yitirdim ne yitirdimse. Gülsen benden her vakit güçlü oldu; doğruydu anlamana da gelmez bu. Ona sorarsan hayının biriyim ben. Öyle miyim? Peki, niye soruyorsun? Maltepe paketini çıkarıp bir sigara yaktı. Kalp yetmezliği tanısıyla yattığından beri, doktorların da baskısıyla, iyice azaltmıştı sigarayı. Çok dayanamazsa yakıyor, bu da günde beşi altıyı geçmiyordu. Tam bırakmak da istemiyordu, borçlulukla bağlıydı sigaraya! Bu zıkkım olmasaydı çıldırırdım ben o günler. Derince çekip dumanı bütün ciğerlerinde duymanın doyumuyla gevşedi, soluğunu boşattı ağır ağır.”

Vedat Türkali, Tek Kişilik Ölüm, Cem Yayınevi, 1990, s. 8