31 Aralık 2008 Çarşamba

Bir Yılın Son Günleri


I.
"bir yıl daha bitiyor
işte bu kadar duru, bu kadar yalın
bu kadar el değmiş
sıradan bir gerçeği daha
kolları bağlı hayatımızın
bir şiire nasıl dahil edilir bir yılın son günleri
her sonda, her başlangıçta ve her defasında
alır gibi bir başkasını karşımıza
perdeler çekip, ışıklar söndürüp
oturup yatağın içinde bir başımıza
sorgulamak kendimizi
öğrenmek ikizin anadilini, ikinci belleğimizi
öğrenmek kendimizle hesaplaşmanın buzul ilişkilerini
bu aynaların dehlizlerinde gezinirken görürüz
karanlık günlerimizin kenar süslerini

biterken yılın son günleri
biliyoruz takvimler belirlemez değişimin mevsimlerini
gençlik ikindilerini

kargınmış bir çocuktuk büyüdüğümüzden ber
26.12.1981

II.
bir yıl daha bitiyor
düşlerim, tasarılarım, yarım kalmış onca şey
her yıl biraz daha kısalıyor bir öncekinden
bana mı öyle geliyor
yoksa daha mı hızlı ilerliyor zaman
insan yaşlanırken?
26.12.1981

III.
kırdım mı incittim mi birilerini
kimleri kazandım, yitirdiklerim kimler?
kendimi yineledim mi yazdıklarımda?
yeniden düşünmeliyim
dostluklarımı, ilişkilerimi
dağınık yatağım, mutsuz yatağım
çoğalttın mı eksiklerimi?
gözlerim çocukluk fotoğraflarında mı kaldı
yitirdim mi yoksa masumiyetimi?
borçlarımı ödedim mi?
doğru seçtim mi soruların fiillerini?
tırnaklarım kesilmiş, dişlerim fırçalanmış, saçlarım taranmış,
giysilerim ütülü, odam düzenli mi?
ödünç aldığım kitapları geri verdim mi?
geri verdim mi aldıklarımı:
aşkları, dostlukları, sevgileri, güvenleri, bağları
kitaplara, sayfalara, satırlara borcumu ödedim mi?
yokladım mı duygularımı
hala sevebiliyor muyum insanları?
ovmalı gümüşlerimi,bakırlarımı; cila geçmeli ahşaplarıma
ovmalı umutları
saklı tutmalı gelecek inancını, yarınları, eksik etmemeli ağzımızdan
hançer kıvamındaki o kara mizah tadını
şimdi oturup uzun bir hasretlik mektubu yazmalıyım O’na
sonra köşe başından bir demet çiçek alıp öyle başlamalıyım akşama
yeni bir yıla
ama nedense her şeyin tadı dağılıyor ağzımda
bir sap çiçek mi taşısam yoksa ağzımın kıyısında
aydınlık rengi vursun diye gözlerimdeki buluta"
26.12.1981
....

Murathan Mungan, Mırıldandıklarım , Metis Yayınları, 1994, s.19

30 Aralık 2008 Salı

Karınca Adımlarıyla


"Tükenen son kırıntıların hiçbir anlamı kalmamıştı karıncalara. Baharı o karanlık toprak diplerinde nasıl sezdilerse, bini, binlercesi bozkırın yüzüne çıktı. Kendileri için çok büyük engelleri aştılar, kaynayan, durallık tanımayan bir yüzeyde ilerlediler, ilerlediler. Her adımları bir şeyi değiştirdi. Görünmeyen bir şeyi. Ufak, ama bitmeyen değişim, karınca adımlarıyla da olsa ilerledi. Görmeyenleri, göremeyenleri şaşırttı bir gün."

Sevgi Soysal, Yürümek, İletişim Yayınları, 2003, s.28

29 Aralık 2008 Pazartesi

Sevgi Kültürü


"Yaşadığı sevgiyi Ben'iyle tam anlamıyla özdeşleştirecek kadar bir ahlaka dönüştürmek; hiçbir şeyi, ama hiçbir şeyi uğruna böyle bir Ben'i feda etmeye değer bulmamak.

Sevgi kültürü diye bir şey varsa, o da budur.

Sevgi kültürü, toplumun sevgileri sınıflandırma ve girdikleri sınıfa göre değerlendirme hastalığının, bir insana sevdiğinizi hangi koşullar altında söylemek ya da söylememek gerektiğini saptamaya kalkışan korkunç faşizmin karşısına çıkmaktadır.

Sevgi kültürü, sevmenin eyleminden ve beraberinde getireceği sorumluluktan kaçmamaktır.

Sevmek, kimi sevmek olursa olsun, artık bu dünyada onun için de var olabilmektir; ya da, Azra Erhat'ın eşsiz tanımıyla, bir insanda bütün insanlık değerlerini sevmektir."

Ahmet Cemal, Sevgi Kültürü, Cumhuriyet Gazetesi/Odak Noktası, 19 Şubat 2004

28 Aralık 2008 Pazar

Taştan Öğrenmek


"Uzmanlığında sivrilmiş kişiler size önce kendilerine atfettikleri önemi sunacaklardır ki bu da öğrenme sürecinin kesintiye uğramasına neden olacaktır. Oysa bir şey öğrenen kedi bir farklılık hissetmez, "Ben önemli bir kediyim, çünkü öğrendim." demez. Günümüz Batı dünyasında, öğrenmiş olma insana bir tür önem katar. Bu da o insanla sizin aranızda engel oluşturur.

Eğer bir taşa takılıp tökezlersem o taştan yürüdüğüm yere dikkat etmeyi öğrenirim. O andaki 'guru'm odur, çünkü bana bir şey öğretmiştir. O bana bir şeyler öğretmesini beklediğim biri değildir. Eğer ben bir şey öğrenememişsem öğretici de yoktur. Ne var ki insanlar genellikle, kendilerine guru gibi görünen insanların peşinden gitmeyi seçiyorlar. Oysa insanlık kavramı bundan çok daha yüksektir, çünkü insanlar bireydir, bir öğreticinin sürecinden geçmesi gereken nesneler değil.."


Engin Geçtan, Hayat, Metis Yayınları, 2002, s.21

27 Aralık 2008 Cumartesi

Damla ve Deniz


"Ama Ekrem'i anlamıyorlar; hatta ona düşman olacaklardı. (birçok şeyi birçok kimse anlamıyordu). Ekrem çağsamalarla da olsa, bir inceliğin, insan zaaflarına sonsuz saygı besleyen bir şiirin ardına düşmüştü: damla ve deniz ikisi de aynı, ikisi de sonsuz, denizde damlayı, damlada denizi bulmak olası..."

Selim İleri, Bir Akşam Alacası/Bodrum Dörtlemesi:4,Oğlak Yayıncılık, 1998, s.275

26 Aralık 2008 Cuma

Yalnızlık


"Hasır şapkalı kadın yalnızlığını anlatıyor: "Siz de mi Gökmen Bey? Ama zamanla alışılır. Yalnızlık da bir aşk olur: Yanıt vermesini bilen tek aşk."
*
"Patlak veren, öldüren bir şeydi yalnızlık; çoğu kez boğazına dayalı duran bir bıçak gibiydi; biliyorum-biliyorum; yalnızlığı aşma çabasının amacında ölüm-dirim kavgası yatar; gelgelelim yaşamak güncel düzeyde bırakıldıkça yalnızlıktan sıyrılabiliyordu, otuz dört yaşını doldurmuştu, otuz dört yılda öğrendiği buydu (uykusuzluğa yenilmek üzereydi).
*
"Kendine hayatını anlatıyordu; yalnızlık üzerine kurulu bir yaşamı. Ölümcül acılardan sonra; böyle kirli, böyle okşanmadan kirlenmiş bir gövdeyle, koltuğa büzüşmüş, sigara içerek, ışıklar altında ve sokakların soluk lambalarına bakıp her şeyi düşünüyordu
-Rıfat'ı, bilinmeyenleri, bu çirkin dünyayı..."

Selim İleri, Cehemnem Kraliçesi/Bodrum Dörtlemesi:3, Oğlak Yayıncılık, 1998,(sırasıyla) s.87, s.189, s.287

25 Aralık 2008 Perşembe

Kısa Kısa


"Telefonun sesiyle irkildi, çalıyordu. İçeriye koştu, elinde fırça ve sarı boya tüpü. Emre telefon ediyordu. "Akşama sonbaharı kutluyoruz" diyordu.
*
"Ne demişti Cemal, "Hayat mı, çok yaşadım onu ben" demişti, "şimdi hayat olmayanı yaşamak istiyorum." Biraz ilkel, basit bir felsefeydi, ama yol gösterici bir yanı da vardı."
*
"Abartmak her duyguyu köreltir, yönünden, amacından saptırır."
*
"İçtenliğin tapınağına girmişlerdi artık. Bu tapınakta yeraltı ırmakları akıyor, insanlar bengisudan içiyorlar, ölümsüzlük kendilerine de bağışlanıyordu."
*


Selim İleri, Ölüm İlişkileri/Bodrum Dörtlemesi:2, Oğlak Yayıncılık, 1998 (sırasıyla) s, 59, s.66, s.87, s. 112

24 Aralık 2008 Çarşamba

"Çiçek Dürbünü" ile İzlemek


"Güneş birden yükselmişti sanki; ortalamamıştı ama gökyüzünün mavisi yalazlarla tutuşmuştu. İnsan gözünü açıp çevresine bakamazdı. Koyu bir karanlıkta yaşanıyordu. Güneş ışığı, bu koyukaranlığı büsbütün güçlendiriyordu. Çok dar bir kesit görebiliyordu.
Dar kesitte her şey ayrıntısından uzaklaşıyordu. Ya da kırık camların çarpıştığı, sonsuz görüntülerle bezenmiş bir çiçek dürbününden izlenebilirde her şey: ne çok ayrıntı. İşte sokaklar sonsuz gölgelerle, sayısız renklerle kuşatılmıştı. Sabahtı. Kavun içiyle kırmızı arası bir renk egemenlik kurmak istiyordu. Önüne geçilemiyordu bunun.
Denizin gözükmediği sokaklarda bile tuz vardı, genziniz yanıyordu. Tuz beyaz değildi, kirliydi, sarıyla boz arasıydı."

Selim İleri, Her Gece Bodrum/Bodrum Dörtlemesi:1, Oğlak Yayıncılık, 1998 , s.9

23 Aralık 2008 Salı

Kalbimizi Açmak; Önce Kendimize


"Sıklıkla çevremizdeki ilişkilerin koptuğunu, sürekli sorun yaşandığını, ilişkilerdeki yabancılaşmanın giderek yükseldiğini anlatan haberler, yazılar okuyoruz.
Kendimizi zenginleştirmeden, hayatımızı bize ruhsal bir coşku verecek şeylerle değil, satın alınabilen şeylerle doldurmaya devam ettikçe, ilişkilerimizin zenginleşmesi, birbirimizin kalplerine olan körlüğümüzün giderilmesi mümkün mü?
Bir dostum, "Önce kalbimizi kendimize açmamız gerekiyor" demişti.
Orada bulacaklarımız bazen ürkütücü bile olsa."


Kürşat Başar, İğreti Yaşamlar/Kuraldışı İlişkiler, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2003s.164

22 Aralık 2008 Pazartesi

Özgür ve Doğal Yaşamak


(...)

Ondan sonraki hafta Kafka büroda yoktu. Ona ancak on veya on dört gün sonra yeniden eve dönerken eşlik edebildim. Kitabı bana vererek şöyle dedi. "Herkes, beraberinde taşıdığı bir parmaklığın ardında yaşıyor. Şimdi hayvanlarla ilgili bunca şey yazılmasının nedeni de bu. Özgür ve doğal bir yaşama duyulan özlemin ifadesi. Oysa insanlar için doğal yaşam, insanca yaşamdır. Ama bunu bilmiyorlar. Anlamak istemiyorlar. İnsan gibi yaşamak çok güç, o nedenle hiç olmazsa kurgusal düzeyde bundan kurtulma isteği var."

Kafka'nın düşüncelerini geliştirdim: "Büyük Fransız Devrim'inden önceki gibi bir akım. O zaman, doğaya dönelim, deniliyordu."

"Evet" diye başanı salladı Kafka. " Ama bugün daha ileri gidiliyor. Yalnız söylenmiyor -ama yapılıyor da. Hayvana geri dönülüyor. Böylesi, insanca yaşamaktan çok daha kolay. Herkes sürüye katıldığından ötürü güvenlik içersinde, kentlerin yollarından geçip işe, yemliklerinin başına ve eğlenceye gidiyor. Tıpkı büroda olduğu gibi, sınırları iyice çizilmiş bir yaşam. Böylesi bir yaşamda mucizeler değil, yalnızca kullanma talimatları, doldurulacak başvuru formları ve kurallar var. Özgürlükten ve sorumluluktan korkuluyor. O nedenle insanlar, kendi yaptıkları parmaklıkların ardında boğulmayı yeğliyorlar."

Franz Kafka, Dönüşüm/Dönüşüm'le İlgili Başkaca Yazışmalar, Günce Notları ve Konuşmalar, Kafka'nın Gustav Janouch'la Konuşmalarından (1920-23), Can Yayınları, 2003, s.94

21 Aralık 2008 Pazar

Olduğun Gibi Görünmek


"Bu yüzden, para kazanıp kendinize ait bir oda bulmanızı söylediğimde sizlerden gerçeklikle iç içe yaşamanızı talep etmiş oluyorum, aslında canlı bir yaşam da bunu gerektirir, bunu aktarıp aktarmamamak ikincil bir konudur.

Burada durmak isterdim ama gelenek, her konuşmanın bir sonla bitirilmesini gerektirir. Ve kadınlara seslenen bir sonun, sanırım düşünceme katılacaksınız, özellikle yüceltici ve coşturucu bir şey olması gereklidir. Sizleri sorumluluklarınızı anımsamanız, daha yüce, daha manevi olmanız için uyarabilirim; birçok şeyin sizlere bağlı olduğunu ve gelecek üzerinde yaratacağınız etkiyi sizlere anımsatabilirim. Ama sanırım bu öğütleri, benim başarabileceğimden çok daha süslü bir dille sizlere seslenebilecek ve de seslenegelmiş olan karşı cinse bırakabilirim. Kafamı yokladığımda, arkadaşlık etmek, eşit olmak ve dünyayı daha önce sonuçlara vardıracak biçimde etkilemekle ilgili düşüncelere rastlamıyorum. Kısaca ve açıkça, kişinin olduğu gibi görünmesinin her şeyden daha üstün sayılacağını söylüyorum. Costurucu bir biçimde söylemesini bilseydim, başkalarını etkileme düşleri kurmayın derdim. Her şeyi kendi içinde olduğu gibi düşünün."



Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda, İletişim Yayınları, 2003 s.123

19 Aralık 2008 Cuma

Merhaba


Kitaplarla aranız nasıl bilmiyorum; kimimiz kitap kurdu, kimimiz eline alacak vakit bulamaz, belki de çoğumuz “eh işte” kıvamında. Benim kitaplarla ilişkim ise içinde bulunduğum dönemlere göre üç halde de olmuştur. Ancak hangi halde olursam olayım bildiğim bir şey var ki, kitap okurken altını çizmek benim için "olmazsa olmaz." Kitap ve kalem benim için ikili gibi. Bir de pek sevdiğim çeşit çeşit kitap ayraçlarım; üçlü oldular:-)

Sayfalar öylesine akıp giderken, bazı satırlar oradan çıkıyor ve yüreğimi hoplatıyorlar, gönlümü çeliyorlar; onlar bir başka şekilde “biz buradayız” diyorlar, işte onlar benim “Altını Çizdiğim Satırlar.” Bunlar çoğu zaman, “ben de yazabilsem böyle yazmak isterdim” dediğim, kimi zaman “yok artık!” dediğim, kimi zaman da yanına “?” koyup içinden çıkamadığım satırlar; bazen düşündüren bazen gülümseten. Yani bir şekilde yüreğimi, aklımı sonra da kalemimi yerinden oynatanlar.

Yıllardır, altı bu duyguyla çizilmiş niceee kitap, şiir, yazı, makale, anekdot vb. var. Yanı sıra birilerinden duyduğum ve not aldıklarım da ayrı bir sandık. Benim için bir anlamda “başucu satırları” tadında bunlar, hani başucu kitapları gibi. Çok bilirim, deli gibi sıkıldığım, kendimdeki mümkün olan ‘en tek olabildiğim yere’ kaçtığım, hayatı otomatik pilota bağladığım zamanlarda, bir kitap çekip kütüphaneden bu çizilmiş satırlara sığındığımı. Böyle zamanlarda biraz biraz, onlar kıpırtı sağlayabiliyorlar içimde; hayatla bir bağ kurmaya yelteniyorlar benim için. Başarıyorlar da...

İşte yıllardır benim için böylesine anlamlı bu satırları, sevdiklerim, sohbet ettiğim arkadaşlarım ve hatta tanımadığım bir sürü kişi de bilsin isterim. Ama nasıl? Çok da düşünmemiştim bunu. Bir gün yapacaktım ama nasıl olacağını pek göremiyordum doğrusu.

Bu Ekim ayında, ağabeyimin burun ameliyatı olacağı gün sabah hastanede onların gelmesini beklerken Robin Sharma’nın Koza Kelebeği Bilmez isimli kitabını okuyordum. Hemen aşağıda “Kendin Gibi Yaşamak” başlığıyla koyduğum satırları okudum, çizdim ve durdum. “İşte yine o satırlardan... ben bunları nasıl paylaşacağım insanlarla?” diye hayıflanırken; "pat" diye aklıma blog düştü. Kendi kendime nasıl heyecanlandım anlatamam. Tamam işte buydu yolu, kararımı vermiştim. O yüzden blogda ilk yer alan satırlar da bunlar.

Kısmet... Ancak bugün yola koyulabildim. Yani daha yeni sayılır, zamanla yeni bir şeyler de eklemek istiyorum bloga. Sizlerden gelecek öneri, eleştiri ve yorumlarla da daha bir şekillenecek diye ümit ediyorum. Daha çok ümit ettiğim ise, bu satırların sizler için de “başucu satırları” tadında olması. Kimi zaman yalnızlığınızı paylaştığınız; kim bilir, kimi zaman coşkunuzu belki de!

Sevgiyle...

e-posta:
ayseelmali@hotmail.com


Kendin Gibi Yaşamak

"Hepimizin birer tanığı vardır -derinlerde, özgün çekirdeğimizde yaşayan bir varlık- yaptığımız her şeyi izler o. O bilen yere genellikle "vicdan" deriz. Özgün yaşamadığımız zaman, o tanık bunu görür. Hile yaptığımız, yalan söylediğimiz, bencillik ettiğimiz zaman, o görür. Küçük oynayarak onurumuzu ayaklar altına aldığımızda, bize verilen görkemli potansiyeli sergilemediğimizde, o görür. Sevgimizi dünyaya vermediğimizde, o görür. Kendi benliğimize bu şekilde ihanet etmek, bizi yavaş yavaş acılı bir ölüme götürür. Tanık inanamaz kendimize bu ettiklerimize. Bu kadar tutarsız davrandığımıza inanamaz. İnsanlığa karşı böyle suçlar işlenmesini seyretmeye dayanamaz. İçe doğru çekilmeye başlar ve kapanır. İnsan olarak özsaygımızı, onurumuzu yitirmeye başlarız. Kendimizi mutsuz, öfkeli ve sinirli hissetmeye başlarız. Fiziksel düzeyde enerjimiz ve canlılığımız kalmaz, hatta hastalanırız. Kendimize bütün bunları yaparız ama bunlar genellikle bilinçaltı düzeyde olur. Kim olmamız gerektiğine ve nasıl yaşamamız gerektiğine ilişkin o yalana kapılırız. Sonunda bunlar bizi öldürür. Ölüm döşeğinde anlarız bizden beklenen hayatı yaşamamış olduğumuzu. O zaman da iş işten geçmiş olur."

Robin Sharma, Koza Kelebeği Bilmez,GOA Basım Yayın, 2005 , s.100-101