13 Ekim 2009 Salı

"fırlayıp koşmamak, eşikte durup beklemek ... hep bir çaba gerektirirdi."


“Sonra, Nana seslenirdi: “İşte geliyor! Baban! Olanca haşmetiyle.”

Meryem geniş gülümsemeler, candan el sallamalarla, taşlara basarak ırmağı geçen Celil’i seçince, bir sıçrayışta kalkardı. Nana’nın kendisini gözlediğini, tepkisini ölçtüğünü bilirdi; fırlayıp koşmamak, eşikte durup beklemek, ağır ağır yaklaşan erkeği seyretmek hep bir çaba gerektirirdi. Kendisini tutar, sabırla beklerdi; çıkarıp tek omzuna attığı ceketiyle, rüzgarda uçuşan kırmızı kravatıyla, uzun otların arasından geçişini.

Celil düzlüğe girince, ceketini tandır’ın üzerine fırlatır, kollarını iki yana açardı. Meryem ona doğru yürümeye, sonra koşmaya başlar, babası da onu koltukaltlarından yakalayıp havaya fırlatırdı. Meryem ciyak ciyak bağırırdı.

Bir an havada kalan Meryem, aşağıya bakınca Celil’in yukarı dönük yüzünü, geniş, çarpık tebessümünü, ademelmasını, gamzeli çenesini (tam serçeparmağının ucuna göre, kusursuz cep), çürük dişlerle dolu bir kentteki en beyaz dişleri görürdü. Kırpılmış bıyığına, hava nasıl olursa olsun, gelirken mutlaka takım elbise giymesine (favori rengi olan koyu kahverengi, göğüs cebindeyse bir mendilin beyaz üçgeni), kol düğmelerine, gevşekçe bağladığı, çoğunluğu kırmızı kravatlarına bayılırdı. Meryem böyle havadayken, kendisini de görebilirdi, Celil’in kahverengi gözlerindeki yansısını: kabarmış saçlarını, heyecandan ışıldayan suratını, arkasındaki gökyüzünü.”

Khaled Hosseini, Bin Muhteşem Güneş, Everest Yayınları, 2009, s. 24

Hiç yorum yok: